Metin Erksan: Türkiye’de entelijansiya yok

Sinema dergisi çıkartamaya çalışan genç adamlardık. 12 Eylül olmuştu. Çölleşmiş bir toprağın üzerinde durduğumuz algısına sahiptik. Sinemada bizden önce ne olup bitmiş, onu anlamaya çalışıyorduk. 1960’ların ortalarında başlayıp nihayete ermemiş, tarafları hala ortada dolaşan bir kavganın izini sürmek, anlamlı olur diye düşünmüştük. Hatırladığım kadarıyla Onat Kutlar, kendi cephesinin tartışmasız otoritesiydi o günlerde. Diğer tarafta Halit Refiğ ile Metin Erksan arasında bir tercih yapmak gerekiyordu. Ortada “Sevmek Zamanı” vardı. Zarımızı Erksan için attık. 

Zarı atmak kolay olmuştu, ama aynı şeyi Metin Erksan’a ulaşmak konusunda söylemek imkansızdı. Erksan’ın ev telefonu gizliydi.  Sadece birkaç kişinin bildiği bir telefondan söz ediyorum, gizli derken. Neden sonra TRT İstanbul Stüdyosu üzerinden ulaşabileceğimize dair bir haber geldi. Bunun üzerine aramaya başladık: “Metin Bey bugün gelmedi, bir notunuz varsa!” Bu insandan papağanı kaç kez duydum hatırlamıyorum. Derken bir gün “Bekleyin, bağlıyorum” dedi. Meramımızı anlattım. Şüpheyle karşıladı. Israr ettim. Bunun üzerine tanışmak ve bir öngörüşme için Kuruçeşme’ye davet etti. Röportajın olup olmayacağı, belli ki o görüşmeden sonra, eğer bizi gözü tutarsa gerçekleşecekti. 

Kararlaştırılan gün, TRT’nin Kuruçeşme’deki binasına vardık. Hüseyin de gelmek istemişti, çünkü Erksan onun için de bir efsaneydi. Girişte kimlik kartlarımızı bırakıp, yaka kartlarımızı aldık. Bekleniyorduk, tembihlenmişlerdi. Ama Metin Erksan’ın ziyaretçileri olması kapı görevlileri için ayrıca bir sevinç kaynağıydı sanki. Hemen ilerideki merdivenden iki kat aşağı inmemiz ve sağdaki ilk kapıdan içeri girmemiz söylendi. Merdiven bir sahanlığa ulaşıyordu ve ileri doğru uzanan koridorla bir ilgimiz olamayacağına göre, tek seçeceğimiz sağdaki çift kanatlı gri kapıydı. İçerisi epey karanlıktı. Gözlerimiz ışığa alıştığında buranın bir kostüm deposu olduğunu anladık. Yanlış gelmiş olmalıydık. Girdiğimiz kapıdan sahanlığa çıktık.  Ama sonuç değişmedi, sahanlıktaki tek kapı oydu. Koridora doğru birkaç adım attık. Sağdaki kapıların üzerinde isim tabelaları vardı ve hiçbirinde Metin Erksan adı yazmıyordu.

Dönüp bir kez daha aynı kapıyı açtık. Gözümüzü karartıp, uzunlukları belki 50-60 metreyi bulan askılıklara dizilmiş elbise cangılına daldık. Bunlar belli ki eski prodüksiyonlardan kalma kıyafetlerdi. Neden sonra ötelerde bir yerde bir ışık huzmesi göründü. Elbise ormanını geride bıraktığımızda ışıkla yıkanan bir açıklığa vardık.  20-30 metre ileride, camın önündeki devasa masada siyahlar içinde ve Marlon Brando cüssesine sahip bir adam oturuyordu. 

Konuşurken ayağı frendeydi, o frene ne kadar katlanacağımızı ölçer gibiydi bir yandan. Ama belki de bizden çok kendisi içindi bu test. Çünkü ayağını frenden kaldırdığında ne kadar çoşkuyla gaza yüklendiğini görüyordum ve bu değişim insanı afallatıyordu. Çok kendine özgü, naif, çocuksu bir çoşkusu vardı. Diyebilirim ki, bir daha hiç öyle biriyle karşılaşmadım. Bunu anladığınızda, sinemasının niye bu kadar benzersiz olduğunu da kavrıyordunuz. 

1960’lardaki kavga üzerine konuşmayı reddetti. Biz de üstelemedik. Kavgayı kızıştırmak için değil, neler olup bittiğini öğrenmek için oradaydık. Konumumuz itibariyle sorgulayan, kurcalayan, açık yakalamaya çalışan, provake eden bir üslubumuz zaten olamazdı. Kendi payıma o tür söyleşilerden de pek haz etmem. İnancım o ki, herhangi bir insana, kendini anlatması için yeteri kadar zaman tanırsanız, size her şeyi söyler. Sözcüklerle, boşluklarla, inkarlarla söyler belki, ama mutlaka söyler. Ötesi boşlukları doldurmayı bilen okura kalmıştır. 

Türk sinemasının 1960-70 yılları arası dönemini irdelemeye, anlatmaya başlamadan önce, bu konuda izleyeceğim düşünce ve yargı dizgemi oluşturan, tarih bilinci ve tarih yorumu anlayışımı açıklamak zorundayım. Ayrıca ben bu dönemin sınırlarını 27 Mayıs 1960 ve 12 Mart 1971 tarihleri arası olarak doğrulamak ve saptamak isterim. 

Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir sanat içinde oluştuğu ve sürdüğü politik, ekonomik, toplumsal, kültürel, sanatsal, hukuksal, teknolojik dönem ve ortamdan ve söz konusu dönemin ve ortamın başlangıç sınırına kadar süregelen ve biraz önce sıraladığım etkenler ile oluşmuş geleceğinden soyutlanamaz. Kaldı ki Türk sinema sanatı ve tarihini bilimsel olarak saptamak isteyen her kişi, Türkiye’deki sanatlar içinde yalnız sinema sanatına özel, yasal bir konumu sürekli olarak bilmek ve anımsamakla bağımlıdır. Türkiye’de sinema sanatı dışındaki tüm sanatlar politik yetke tarafından, sanat yapıtı oluştuktan sonra, yargı yoluyla denetlenir. Sanat yapıtının oluşması demek, sanat yapıtının yaratıcısı ile oluşma bağlarından kopup, insanlara ulaşması demektir. Türkiye’de yalnız sinema sanatı, politik yetkenin yürütme gücü tarafından, sanat yapıtı oluşmadan önce iki aşamada, oluştuktan sonra sürekli olarak ve bu kez de yargı gücü tarafından, sürekli olarak denetlenir. 

Türkiye’de yürütme gücü sinema sanatını 4.7.1934 tarihli 2559 sayılı Polis Vazife ve Selahiyetleri Yasası’nın 6. maddesinin buyruğuna uyarak düzenlenmiş bir yönetmelik doğrultusunda denetler. Değişik politik yetkeler çeşitli tarihlerde, bu yönetmeliğin ayrıntılarında bazı değişiklikler yapmışlar fakat yasanın aslı değişmediği için, yönetmelik üzerinde yapılar değişiklikler yüzeysel kalmıştır. Yürütme gücünün sinema sanatını denetleme aşamaları ve biçimi şöyledir. Önce çekilmesi tasarlanan filmin senaryosu, yürütme gücüne bağlı bir yar kurula gönderilir. Yar kurul senaryoyu -bu yar kurulun işlevini ve denetim ilkelerini belirleyen bir yönetmeliğe uyarak- denetler. Yar kurul senaryoyu onaylar ve çekim için olur verirse film çekilebilir ya da tam tersi. Filmin çekimi sırasında yürütme gücünün filmi denetleme yetkisi sürer. 

Sanatsal ve teknik yönden bütün bu işlemleri bitirilmiş, gösterime hazır film, aynı yar kurul tarafından seyredilerek denetlenir. Yar kurul seyrettiği filmi, uyguladığı yönetmeliğin ilkelerine ve daha önce denetlediği senaryoya uygun olup olmadığına bakarak denetler. Film yar kuruldan yurt içinde ve dışında gösterilebilir diye iki boyutlu bir olur alır ya da alamaz. Yar kuruldan olumlu onay alan film sinemalarda gösterilirken hem merkezi yar kurulun, hem de filmin gösterildiği yerin yürütme güçlerinin, filmi sürekli denetleme yetkisi vardır. Film sinemalarda gösterime girdikten sonra bu aşamada yürütme gücünün yanısıra yargı gücünün de Türkiye Cumhuriyeti Ceza Yasaları’na uyarak filmi sürekli denetleme yetkisi başlar.

İşte, politik yetkenin Türkiye’de yalnız sinema sanatına uyguladığı bu denetleme dizgesi bilinmeden ve göz önüne alınmadan Türk sinema sanatı ve tarihi hakkında hiçbir bilimsel araştırma yapılamaz ve hiçbir bilimsel yargıya varılamaz. 

Bu girişinizden sonra artık başlayabiliriz. Siz ilk filminizi kaç yılında çektiniz?

1952’de. 

Peki yaptığınız filmler içinde işte benim dönüm noktam dediğiniz bir çalışmanız var mı? 

Hayır. Şimdi dönüp bakıyorum ve filmlerimin hiçbirini beğenmiyorum onu da söyleyeyim. 

O yıllardaki tipik Türk filmlerinin dışına çıkan çalışmalarınızdan bahsedenim o halde.

Benim 1960-70 arasında yaptığım filmler, Türk sinemasında o anda yapılanların dışında çalışmalardır. Sıra dışı filmlerdir. 1960 mesela, 27 Mayıs dedik. Ben 1959’da “Gecelerin Ötesi” filmini çekiyordum. O sıralar politik yetkenin ağzına bir laf takılmıştı. “Her mahallede bir milyoner yetiştireceğiz.” Kendi kendime dedim ki evet böyle bir düşünce olabilir ama her mahallede bir milyoner yetiştirilirken, aynı mahallede başka şeyler de yetişir. Bir grup çocuğu aldım ve filmi çektim. O zamana kadar böyle bir film yoktu. Bu filme çok dikkatle bakmak lazım. O zaman sezdiğim ve düşündüğüm mesele 1970’lere doğru anarşiyle gündeme gelmeye başladı. O çocuklar yetişmeye başladı. O gün atılan tonumları ben o filmde gördüm. O filmin temelinde 1965 sonrası vardır. Ben bunu sinemacı sezgimle 1959’da görmüşüm. 

Gecelerin Ötesi

Bir grup çocuk bir araya gelerek sürekli benzin istasyonları soyarlar. Bazı eleştirmenler filmin üzerinde o zaman da durdular, yazılar yazdılar.  Hatta Türk sinemasında toplumsal gerçekçilik akımını başlatan ilk film gibi sözler söyleniyor.  Bunlar yeterli sözler değil, o filme dikkatle bakmak lazım. Filmin gerek içerikte,  gerekse biçimde bir takım hataları olabilir. Ya da yeteceğim o kadardı mesele bu değil.  Filmde yaşanan devirle ilgili hangi ipuçları var. Mesela ben filmi çekerken 27 Mayıs  ihtilalinin olacağını bilmiyordum. Ancak filmi çekerken ihtilal başladı. Buna şaşırdığımı söyleyemem. Çünkü politik yetke Türkiye’yi bunaltmıştı o sıralar.  Birtakım politik, toplumsal, ekonomik baskılar  vardı. Toplumun üstünde başka türlü oluşumlar vardı. Ben o gürültü içinde, bu filme gereği kadar bakılmadığına inanıyorum. “Gecelerin Ötesi” 1960-70 devresini iyice sınırlayan bir filmdir. O sıralar Türk sinemasında kayda değer bir şey yapıldığını sanmıyorum.  Ama ben yanlış hatırlamış olabilirim. 

Böyle bir ortamda sizi farklı şeyler aramaya iten neydi? Bir sürü yönetmenin içinden niye siz?

Benim Türk sinemasındaki evrimim pek fazla incelenmiş değil. Buna dair bugüne kadar belli yazılar yazıldı, bazı doğru noktalara da değinildi ama gereği kadar yazılmadı.

Herhalde benim birikimim meslektaşlarımdan daha fazlaydı. Bir kere klasik bir tahsili bitirmiştim. Türkiye’de sinema sanatına en yakın yerde, sanat tarihinde okumuştum.  Sanat tarihine giderken ailemle çok büyük kavgalar ettim. Doktor ya da hariciyeci olmamı istiyorlardı. Sinemacı olacağım dedim. Yani sinemaya çok bilinçli geldim. Hazırdım. 

Bunun haricinde de herhalde düşünce yapım itibariyle hazırdım. Sanıyorum ki çok üstün bir kültür seviyesi tutturmuştum. Bir de her zaman dürüst olmaya gayret ettim, olabildiğim kadarıyla. Ben içinde yaşadığım toplumdan, insanlardan nasıl ayrılırım. Tabii bu zaman zaman başka türlü şeylere girer. Biliyorsunuz bir televizyon konuşmasında “Ben kendim için yaparım” dedim, kıyamet koptu. Tabii kendim için yaparım, şimdi de onu söylüyorum ama ben nerede, ne için yaşıyorum? Bir adada Robenson değilim ki içinde bulunduğum dünya ile iletişimim var. Onlardan birisi olarak yapıyorum. Ben tezgahtarlık yapmak istemiyorum -ki televizyondaki ikinci konuşmada bunlardan bahsedecektik-. Ne diyor bazıları, “Ben devrim için yazıyorum”, “Ben halk için yazıyorum”, “Ben insan için yazıyorum”, “Ben toplum için yazıyorum”…

Ya, bunlar çok ayıp şeyler. Hepsi tezgahtarlık bunların.  Yani sen demek ki evvelden okuyucuyu şartlıyorsun, ben toplum için yazıyorum, diye. Yok kardeşim! Sen yazarsın, okuyucu anlar senin toplum için yazıp yazmadığını. Sen evvelden tezgahtarlık yapma. Ben hayatımda hiçbir zaman böyle bir şey söylemedim. 

Sonuç olarak baktığımda şunu görüyorum ki ben 1960’larda meslektaşlarımdan her bakımdan daha fazla hazırlıklıymışım. Gerek sinemacı olarak gerek kültür düzeyi olarak gerekse sağlam bir dünya görüşü olarak. 

O günün koşulları içinde bu sıra dışı filmleri yapmaktaki zorluklar nelerdi?

Zorluklar vardı. Ancak Türk sinemasında prodüktörle-rejisörü karşı karşıya getirecek bir sermaye birikimi yoktu. Prodüktörler büyük sermayenin adamı değillerdi. Bu yüzden onlarla gayet kolay iletişim kurardınız. O açıdan çok fazla bir zorluk yoktu. Yani isteselerdi meslektaşlarım da benim yaptıklarımı yaparlardı. Demek ki birikimleri tamamlanmamıştı o zaman. 

Mesela şimdilerde dehşet ilerici, devrimci geçinen bir rejisör arkadaşım vardı, o sıralarda bana selam vermekten çekinirdi. Korkardı bana selam verirken. Şimdi ama, ohooo mangalda kül bırakmıyor. Dehşet! İsmi kalsın. Yapaydın kardeşim o zamanda. Niye yapmadın yani? O zaman aklı bir karış havadaydı da diyemeyeceğim, başka filmler yapıyordu. Bende yaptım o tür filmler, ama onun bütün hayatı sulu sepken melodramlar yapmakla geçti. Şimdi ama ohooo, yaman. Ortalıkta geziniyor ki dehşetengiz bir adam. 

“Gecelerin Ötesi”nden sonra hangi filminiz var? Bir de o sıra 27 Mayıs geliyor söylediğiniz gibi, dolayısıyla ihtilal sonrası devlet-sinema ilişkisine de değinir misiniz? 

Bu filmden sonra o arada birtakım filmler çektim. Bunlardan bitanesi “Acı Hayat”, özellikle önemlidir.  Türk sinemasının dönüm noktalarından biri. O filmin yalnız ticari başarısından bahsediyorlar. Bazı tabirler var; eli yüzü düzgün, iyiydi, güzeldi, kullanışlı falan filan. Tabii yanlış bir bakış bu. Çok sığ bir bakış. Bakın “Yılanların Öcü” bir daha çevriliyor. Oysa “Yılanların Öcü”nün sorunu kalkmış durumda Türkiye’de. 1961’de varolan o toplumsal problem bugün yok.  Ama film çekiliyor. 

Acı Hayat

“Acı Hayat”ın ortaya getirdiği problem neydi? Evsizlik, kiralar… Filmin bütün dramı insanlar ev bulamıyorlar, kiralar yüksek. Şimdi de öyle değil mi? Yani problem kalkmamış. Filmin tarihi 1962. 23 yıl sonra aynı problem bütün dehşetiyle devam ediyor. Zaten filmde bir alegori de vardı. Evlenmek = ev bulmak. Yani bir evin içine girmek. Bir ev bulup içine giremedikleri için o kızla o erkek ayrılıyorlar ve film oradan itibaren başlıyordu. 

Filmin ticari başarısı yalnız filmin eli yüzü düzgün olmasıyla mı anlatılır? Böyle sinema tarihçiliği olur mu? Böyle yargı getirilir mi? Olmaz böyle saçma şey. Filmin içindeki ne kadar önemli ekonomik, toplumsal, politik bir problem ki, insanları nasıl can evinden vuran bir problem ki 23 yıl sonra olanca gücüyle sürüyor. 

Mesela yine hemen söyleyeyim. 1964’te yaptığım, büyük gürültüler koparan “Susuz Yaz”. Neydi “Susuz Yaz”ın meselesi? Su meselesiydi değil mi? Filmi yaparken mülkiyet meselesini düşünmüştüm. Mülkiyet meselesi beni malül beladan beri çok ilgilendirir.  Mülkiyet nedir, ne değildir? Mülkiyet meselesi nereden çıkmış?  Su üzerinde mülkiyet bu dönem beni çok etkiledi. O sıralarda Cari Kanun vardı. “Türkiye’de göller, karasuları ve akarsular kamunun; yalnız kaynaklar, kimin tapulu arazisinden çıkıyorsa onun malı” diye. Bazı şeyler görüyordum. Bir toprağın etrafını çitle çevirip, bu benimdir diyebiliyorsunuz. Ama suya sahip olamıyorsunuz. Filme şöyle başlamak isterdim. Tutun ki avucunuza toprak aldınız o toprağı gücünüz yettiği sürece avucunuzda tutabilirsiniz. Ama avucunuza usu aldığınız zaman aynı şeyi yapamazsınız. Parmaklarınızı istediğiniz kadar sıkın su akıp gidecektir. Kaynaktan çıkan bir su. Kaynak devamlı kaynıyor. Nasıl sahip olabilirsiniz buna? Mülk sahibi baraj da yapsa yine tutamaz suyu.  Su muhakkak bir yere gidecek.  Suyun mülkiyet sınırlarını tanımayan bu öğesi beni çok ilgilendirdi. 

Ben o tarihte başka bir hikaye üzerine düşünüyordum. Onu bıraktım tuttum Necati Cumalı’nın bu hikayesini aldım. “Susuz Yaz”ı çektik, film bitti. Ne zaman? 1964 yılında. 1969 yılında hükümet bir kanun çıkardı bu da es geçilmiştir. Kanunda dendi ki “Türkiye’de kimin tapulu mülkünden kaynak çıkıyorsa o kamunundur.” Peki benim “Susuz Yaz”ın mülkiyet sisteminin içinde aşamalar gösteren bu büyük kanunun çıkmasına hiç mi etkisi olmadı? Burası üzerinde hiç durmadılar. O kanun belki çıkacaktı günün birinde ancak o tarihlerde çıktıysa buna “Susuz Yaz” ve ben neden oldum. 

Şimdi bir başka tarafına geliyorum işin. “Susuz Yaz”ın sorunu ortadan kalktı bugün. “Susuz Yaz” bitti. Şimdi “BSusuz Yaz” köy filmi, bilmem ne… Evet. “Acı Hayat” melodramdı. Doğru. Ama “Acı Hayat”ın problemi devam ediyor. Haa, “Susuz Yaz”da yalnız bu muydu mesele?  Yalnız o değildi tabii, ama bir tarafı kalktı. Onu şimdi öyle yapamazsınız. O tarafını kullanamazsınız artık. 

Yılanların Öcü

Devlet-sinema münasebetleriyle ilgili olarak esas anlatacağım “Yılanların Öcü” filmiyle ilgili. Ben bu filmi o zaman sansürden senaryo izni alarak çektim. Tam 1961 seçimleri sırasıydı. Filmi çektik. Biçare bir filmdi. Biçare diyorum çünkü yaptığı, köy gerçeklerine biraz daha düzgün eğilmiş olmaktı sadece. Filmi sansüre götürdük, sansür menetti. “Oynamaz.” dedi. Ne yurt içinde ne de yurt dışında.  O akşam biz filmi Çankaya’da rahmetli Cemal Gürsel’e gösterdik. Cemal Gürsel filmi gördü çok beğendi ve bizi tebrik etti. “Türk vatanına hizmet ettiniz” dedi. Hemen arkasından da şöyle devam etti: “Yahu Metin Bey.Ben senin adını gazetelerde hep gerçekçi rejisör, gerçekçi rejisör diye okuyorum. Seni böyle övüyorlar. Ama bana kalırsa bu filmde biraz gerçeğin dışına çıkmışsın.”

Neden, diye sordum.

“E bütün tipler ense kulak yerinde, şişman.  Bu kadar besili mi Türk köylüsü, biraz zayıf adam seçseydiniz ya” diye cevap verdi. 

Sonra söyledik biz.  “Paşa hazretleri siz bizi tecviz ettiniz, beğendiniz, övdünüz ama sansür bu filmi men etti” dedik. O zaman kıyamet koptu. “Kimdir bu adamlar? Onlara telefon edin bu filme müsaade edilsin” falan dedi. 

Biz “Yılanların Öcü”nü Cemal Paşa’nın emri olmasına rağmen çok zor gösterime sokabildik. Ankara’da aylarca büyük mücadele verdik. Ankara milletvekili veya senatörü iki isim hatırlıyorum: İbrahim Saffet Oma ve Sabit Kocabeyoğlu. Bu ikisi Meclis’e takdir verdiler. “İki Meclis birleşip filmi seyretsin ve karar versin” dediler. Meclis kabul etti. Sinema makinesini aldık, perdeyi kuruyoruz, bunun üzerine izin çıktı.  Çok büyük bir olaydı. Olmasını çok isterdim. Sinema tarihinde bir politik meclisin seyredip karar verdiği film olmak şerefini ve onurunu taşıyacaktı. 

Sonra bildiğiniz gibi film oynatıldı. O sırada garip şeyler oldu Türkiye’de, bunlar da unutuldu. O zaman 60 tane sinema falan tahrip oldu, yakıldı. Dünyanın hiçbir ülkesinde hiçbir filme karşı bu kadar büyük tepkiler gösterilmemiştir. Ne kavgalar, ne gürültüler. Neden oldu? Onu da hala bilmiyorum. Ne var ki filmin içinde? Hiçbir şey yok. İkiye ayrıldı memleket. Filmi göstermek büyük bir kahramanlık oldu. Sinema sahipleri korktular ama bir yandan da para getiren bir film olduğu için istiyorlar. Mesela bu üzerinde durulması gereken bir noktadır. Ne kadar büyük yankılar oldu ve şimdi problem ortadan kalktı. 

O günlerde de vardı bugün de zaman zaman ortaya atılan bir tez var: Devlet sinemaya sahip çıksın. Yeri gelmişken bu konudaki görüşünüz nedir? 

Çok yanlış bir düşünce. Sinemacılar zaman zaman söylerler bunu ve ağızları sulanarak o canım bağımsız sinemayı, büyük, özgür sinemayı politik yetkenin emrine vermek isterler. Olur mu böyle şey! Devlet sinemaya sahip çıksın. Cahillerin bile lafı değil bu. Bu lafın altında büyük amaçlar, maksatlar görüyorum. Sahip çıksın ne demek? Neden sahip çıksın yahu? Ben yılarca sinemanın içinde etkin durumda bulunurken bir tek şey yaptım, politik yetkeyi sinema mümkün olduğu kadar sokmadım.  Gölge etme başka ihsan istemem prensibini koyarak. Bunu sansür meselesinden dolayı demiyorum.  Sansür dünyanın her yerinde var. Sansür olacak. O da konuşulabilir tabii. Nasıl bir sansür? O başka ama sinemanın yapımına bizzat devletin girmesi demek… Düşünebiliyor musunuz!.. Nasıl egemen olacak o zaman.  Bu apaçık ortada.  Bir sanat kolunu politik yetkenin emrine veriyorsun. Hiçbir politik yetkenin emrine vermemek lazım. 

Devletin kurduğu okulda sinema eğitimi de verilmemelidir diyor musunuz?

O ayrı bir konu. Eğitim ayrı bir şey.  Eğitimde politik yetkenin gücü ve tutumu o kadar zararlı değildir.  Ama bizatihi sinemaya girerse o zaman başka problemler getiriyor.  Türkiye’de sinemanın gayrısında sanatlar devletle ilişkili.  Bu sanatların üzerinde sanat tarihçilerinin defalarca düşünmesi lazım.  Bildiğiniz gibi dünyanın her yerinde gerçek sanat politik yetkeye bağlı olmayan sanatlarda var.  Yani hem politik yetkeye bağlı bir sanat kurumunda ve sanatta faaliyet göstereceğim hem de bağımsız olacağım. Olur mu canım! “Dr. Jekyll-Mr. Hyde” gibi olur bu yahu. İki yüzlü adam. Gündüz insan gece kurt. 

Susuz Yaz

“Susuz Yaz”a ve Berlin’de aldığı ödüle gelirsek. 

Ödül olayı Türkiye’de sinema yazarları tarafından berbat edilmiş bir şeydir. “Susuz Yaz”ın Berlin’e gidişi üzerine hala bir laf vardır, “Kaçırdılar! diye. Hayır, hiç kaçırılıp götürülmedi., alakası yok. “Susuz Yaz” Berlin’e festivalden gelen davet üzerine son derece yasal yollardan gitti. 

Berlin Film Festivali’ne ister devlet olarak isterseniz de bağımsız olarak iştirak edersiniz. Biz götürürken devlete dedik ki “Acaba siz de bizimle beraber misiniz?” O zaman bir kurul filmi seyretti. Üç kişilik bir kurul ve “Film Türkiye’yi temsil edemez” dedi. O kurulun adamları da dehşet adamlar oldular sonra. Bir tanesi yaman sinemacı oldu. Müthiş!… Filmler yaptı. Peki o zaman biz de kendimiz götürürüz dedik ve götürdük. Bildiğiniz gibi “Susuz Yaz” Berlin’de büyük armağanı aldı.  O sıra büyük bir çatışma ve yarışma vardı Berlin’de. En hızlı zamanlarıydı. Bilhassa Amerikan ve Fransız sineması fazla zorluyorlardı. Ödülü aldık. 

Gerçi önemli olan ödülün etkileri tabii ama o zaman öyle şeyler oldu ki söylemeden geçemeyeceğim. Türkiye’de bazı sinema yazarları şöyle yazdılar: “Ah, keşke Brezilya filmi kazansaydı.” “Susuz Yaz” kazanmasaydı diyenler de çıktı. Durup dururken. Neden kazanmasaydı yani? Haksızlık etmiş meğerse jüri. 

Bunu niçin söyledim. “Susuz Yaz” ve 1964 yılı büyük bir ümit getirdi Türk sinemasına. Bu ümidi ben getirdim. Kendi paramla, senaryomla… Mesela şurada bir kitap var Berlin Film Festivali’ni sere sere yazıyor. Berlin’de “Susuz Yaz” kazandı diyor kitap. Her yiğit namıyla anılır. Metin Erksan’ın “Susuz Yaz”ı denir. Ayıp! Sinema yazarısın.  Hem senaryo yazarıyım, hem prodüktörüm hem rejisörüm. Üç öğede benim üstümde ama benim ismim yok. Onu mukabil aynı yıl berbat bir belgesel katılmış onun yapımcılarını yazıyor isim isim. Aynı kitapta, aynı yıl 15 dakikalık belgeseli çeken iki adamın ismini yazıyor, beni yazmıyor. Neden? Kitap yazarı beni sevmiyor. Ayrıca ben o kitap yazarına ne yaptım? Vaziyete bakın. Böyle berbat polemiğe girmemek için ismini söylemiyorum artık siz isminin ne olduğunu anlarsınız. Böyle bir gülünç şey. Yahu büyük bir ümit getirdim ben size. 

Kimse bugüne kadar Necati’nin hikayesi nedir, Metin’in senaryosu nedir, diye bakmadı. Bir kitap çıkması lazımdı bu konuda. Koyalım hikayeyle senaryoyu yan yana. Bununla uğraşılmadı. Bu meseleden bir yere giderdik biz. Yani edebiyat-sinema ilişkileri üzerine. Sayısız açık oturum yapıldı bir tek kere gündeme geldi mi? Ama biliyorsunuz daha sonraları birisi Berlin’e bir senaryo yazmış, senaryo yazdı Berlin’e gitti diye bahsettiler. Necati’nin hikayesi kötü bir hikaye demek istemiyorum. Bir edebiyatçı olarak çok beğenirim kendisini. 

“Susuz Yaz” getirdi bu ilgiyi. Devletten ilgi geldi, nasıl bir olumlu ilgiyse artık. Türk sineması, Yeşilçam, haysiyet kazanma… Benle kazandı. O güne kadar Türk sineması öyle festival festival,  dışarısı mışarısı bilmezdi. Bildiğiniz gibi bugüne kadar da Türk sineması hiçbir büyük ödül kazanamadı dışarıda. Yılmaz’ın kazandığı ödül su götürür ve yarısıdır. Öbür yarısı da Costa Gavras’ındır. Bana medyunu şükran olması lazım bütün Türk sinemacılarının. Çalışanların, çalışacak olanların. Ama Türk milletinden çok büyük övgüler aldım da sinemacılardan bugüne dek hemen hiçbir şey almadım. 

Peki neden Metin Bey? 

Oooo müthiş. Çok zor soru. Zülfüyara dokunur. Valla ne diyeyim. Kıskançlık, cahillik. Evvela olup biteni idrak edemediler herhalde. Korkunç bir kıskançlık, olacak şey değil. Bir yönetmenin demecini hatırlıyorum. Sormuşlar ne diyorsun, diye. “İyi hoş da ben kazansaydım” demiş. Çok enteresan, çok samimi ama ne kadar basit ve ilkel. 

Geçen gün Nokta Dergisi’’ne bahsetmiştim ama herhalde yer darlığından kullanmamışlar, Türkiye’de entelijansiya yok.Bu konu 1964’lerde de gündemdeydi. Entelijansiya sahip çıkmadı bana. Film için devlet şuralar topladı. “Susuz Yaz” için. Ee, bunu ben yapmışım değil mi? Dinleyin kardeşim bir dakika! Yok! Her kafadan bir ses çıkıyor. Çok korkunç bir kavga başladı ondan sonra.  Bilhassa entelijansiya çok ters bir davranışa girdi. 

İyi de niye? Filmin mesajında karşı oldukları bir şey filan mı vardı?

Yoo, filmin mesajında değil. Filmin mesajı için filan kimse bir şey söylemedi. Hayır böyle söylemiyorlar. Aksine “Acı Hayat” için söylemişlerdi de… Ben, beni alkışlayın demiyorum. Ama bu kadar sessizlik olmaz ki. O zaman İsmet İnönü’nün başbakanlığını yaptığı hükümet benim için bir tören düzenledi. Oradaki konuşmada söyledim “Her şeyi unutalım, bundan sonra ne yapabiliriz ona bakalım” dedim. Birdenbire Türk sinemasına büyük bir şey geliyor, bunu konuşalım dedim. 

Kaldı ki ben bu filmi yaptığımda 1963 Aralık ayında oynatacaktı salon bulamadım. Sinemaları çok büyük baskılarla aldım. Şimdi bir düdük var, prodüktör geçiniyor o da bir film çekmiş o sırada. O yıllar kral olan bir aktör ve kraliçe olan bir aktrisle.  Film hemen yandaki sinemada oynuyor. Bana “Senin yaptığın tecennün” diyor. Çünkü benim filmde hiç tanınmış oyuncu yok. “Sen anlamazsın bu işten” dedim. Hala da anlamıyor zaten. Benim de eski arkadaşım, isim kalsın. Fena da bir adamdır, gayet kötü, burasını yazın.  “Bana bak oğlum” dedim, “Sen filmin ticaretin de anlamazsın. Benim filmim seninkinden bir lira aşağı kazansın o filmi denize atarım” dedim. Onun filmi Beyoğlu’nda bir sinemada oynadı bir haftada 32 bin lira yaptı. “Susuz Yaz” bir haftada 49 bin lira yaptı. 

Burada Türk sineması için bugün de geçer akçe olan çok önemli bir konuya geliyoruz. “Susuz Yaz” 18 Aralık 1963’de vizyona girdi. 7 Temmuz 1964’te Berlin Film Festivali’ni kazanıncaya kadar sürekli oynadı. İşletmelerden gelen mektuplar var. O sıralar Kıbrıs meselesi dolayısıyla sinemalar çok durgun. Bir mektupta şöyle yazıyor: “En büyük starların filmleri bile ‘Susuz Yaz’ın yanında sinek vızıltısı kalır.” Yine o sıralar içinde müthiş dinsel ve ticari unsurlar olan bir filmle Konya’nın bir kazasında karşılaştı “Susuz Yaz”. O film 50 lira aldı, benimkisi 1050 lira. Bunların üzerinde hiç durmadılar. En önemli şey buydu yahu. İsimsiz üç tane oyuncu. Yıktı ortalığı 7 ay. O zamana kadar isimli oyunculara mahkum olmuş Türk sinemasına ne büyük bir nefes getiriyor. 

Radyo evinde bir şura toplandı ancak entelijansiya içeride kıyameti koparıyor. Bunlar ahmak, bunlar cahil, bunlar rezil diye bağırıyorlar Türk sinemacılarına. Yahu durun, Türk toplum yapısına bakalım, kendi ülkemize dönelim, neler değişebiliyor Türk sinemasında? Son derece iptidai şartlarda çekilmiştir film. Ödülü veriş gerekçeleri ne?  Gerekçe şöyle diyor: “Dünyanın en eski konularından birini çok çarpıcı ve modern biçimde anlatıyor.”

Yani Habil ile Kabil hikayesi. Bizim filme böyle bakmış adamlar. Bu başka evrensel bir boyut kazandırıyor. Sonradan Türk sinemasında müthiş yanlışlıklara gidildi. Hiç akla gelmeyecek Anadolu ve Trakya meseleleri, içinde acayip bir porno, acayip bir erotizm, acayip bir vahşet… İnanılmayacak Edgar  Allan Poe’nun hikayeleri gibi senaryolarla film çektiler.Bunları yapınca dışarıda revaç bulacaklarını sandılar. 

Ondan sonra bir başka mesele. “Biz azgelişmiş ülkeyiz” dediler. Azgelişmiş ülke sinemacısıyız diye bir laflar. Aydınlar söylüyor. Hayır ben hiç de azgelişmiş ülke insanı değilim. Azgelişmişlik tanımlaması üzerinde durmak lazım. Yani bir ülkenin ekonomisi, teknolojisi çok yüksek olunca mı o ülke gelişmiş oluyor? Hiç tinsel değerler yok mu? Bizim bu kadar tarihimiz var. Bu tarih yalnızca şavaşlar mıdır? Kaldı ki iyi savaş etmek kazanmak da kötü bir şey değildir; ama yalnız savaşlar mıdır? Biz büyük bir dünya devleti olmuşuz bunun nasıl birikimi olmaz. Bütün bunlar var ortada, düşünelim bakalım bizim geleneksel sanatlarımız nedirW? Ne yapabiliriz? Bir de sinemanın bize gelişi var. İbrahim Müteferrika’nın matbaası gibi bilmem kaç yıl sonra değil, hemen geliyor. 

Sonuçta mesele hala ortada anlayacağınız. Öylece duruyor. İkinci defa “Susuz Yaz” çekti Yılmaz Duru, renkli olarak. Üstelik senaryodan da yararlandılar herhalde. N’oldu bu “Susuz Yaz”? Niçin ilkiyle karşılaştırılmıyor? Neden? Haa, şundan. Korkunç bir aşağılık duygusu. Ortalama insan mantalitesi, entelijansiya yok. Wilhelm Reich’ın bir kitabı var “Dinle Küçük Adam” diye. Müthiş bir kitaptır. Küçük ama büyük bir kitaptır. Dünyanın başına küçük adam yüzünden belalar gelir. Bizim Türkiye’yi de küçük adamlar sarmış durumda. Onun için her an Türkiye’de çok tehlikeli işler olabilir. Şimdi Türkiye için geçerli tek kitap Reich’ın kitabı. Herkes onu amentü gibi okumalı. Yıllardır böyle, tabii şimdi iyice katastropisine gelmiş durumda. Hiçbir özgün düşünce yok. 

Suçlular Aramızda

Bir sonraki filminiz “Suçlular Aramızda”yla devam edelim isterseniz? 

Birsel Film bir yarışma açtı, ikramiyesi de çok büyük. Bir senaryo yarışması. Birinci gelecek hikayeyi de ben çekeceğim. Bu filmin anlaşmasını Berlin Film Festivali’ni kazanmadan yapmıştım. Ancak kurul gelen hikayelerden hiçbirini beğenmedi. Daha doğrusu birini beğenmişler ama, Birsel filmin yöneticisi ben bunu çevirmem demiş. Benim de kanaatim o yöndeydi. İş başa kaldı. Ben de oturdum “Suçlular Aramızda”yı yazdım. 

O zaman itibarlı aileler vardı. Müthiş zengin aileler, bir sınıf türüyor Türkiye’de. Bunlardan bir isim de Gülbekyan. Gazetelerde okudum Gülbekyan bir tarihte gelinine çok değerli bir kolye hediye etmiş. Gel zaman git zaman kolye çalınmış. Hırsızlar satmaya çalıştıklarında şok olmuşlar çünkü kolye sahte çıkmış. Gelinine sahte kolye hediye etmiş Gülbekyan. Ben bu olayı çok sevdim. Böyle bir rezillik olmaz. Film bunun üzerine kurulu. Büyük bir taşlama var. Gerçi ben filmi şimdi çeksem aynısını yapmam tabii ki ama yine de o zamanın şartları içinde biçimini en çok sevdiğim filmimdir. 

Neyse film bitti, gösterime girdi hiç ses seda yok. Olumlu olarak diyorum. Aksine sinema yazarlarının “Nedir bu ya?” gibisinden bir tavırları var. Hem de ilerici, devrimci geçinen sinema yazarları bunlar. Hiçbir şekilde anlamadılar ne söylediğimi.  Yahu bakın, burada bir kepazelikler devam ediyor. Aileye bak, aileye. Gelin başka türlü, kayınpeder başka türlü… Sanki öyledir şey olmamış gibi davrandılar. Neden? Bana kızıyorlar. Benim kişiliğimden kaynaklanıyor hepsi. Herhalde bu.

Sevmek Zamanı

Tam o sırada kendi paramla “Sevmek Zamanı”nı yaptım. Gene ses seda yok. Yalnız Halit Refiğ ile bir iki meslektaşım daha beğendiler. Zaten seyircilere yarım yamalak çıkmış film, fakat yine de her gören çarpılıyor. Ancak entelijansiyadan ses yok. Mesela o tarihte bir grup genç  geldi ve filmlerinizi oynatmak istiyoruz dediler. Bir sendikaydı, hangisi olduğunu unuttum şimdi. Ne tavsiye edersiniz diye sordular. “Sevmek Zamanı”nı alın dedim, burun kıvırdılar. Toplumsal öğeler taşıyan filmlerimden istediler. O zaman ben de onlara bir hikaye anlattım. 

“Sevmek Zamanı” 1966’da Tunus’ta yarışma dışı gösterilmişti.  Jürinin fahri başkanı ünlü Fransız sinema tarihçisi George Sadoul idi. Komünist Parti’ye angajeydi bu ünlü sinema tarihçisi ve komünist olmayan biri için çok doğru dürüst yazı yazmazdı. Festival sonrası Fransız Komünist Partisi’nin yayın organı Le tur Frances’da bir yazısı yayımlandı. Sadoul yazıda “Sevmek Zamanı” için müthiş anlatılmış, diyordu. Ben çocuklara bunu anlatınca “Aman bu filmi alalım” dediler. Demek ki fetva George Sadoul’dan gelince… Yahu kardeşim gözün görmüyor mu senin? Hiçbir filmimi vermedim onlara.

“Sevmek Zamanı”’nın başına da böyle büyük bir facia geldi. O zaman elinde tablo ağaçlar arasında yürüyen bir adam, deli bir kız, nedir bu, diyorlardı. Oysa ben çok eski bir masal geleceğinden yararlandım, surete aşık olma. Bu Batı masallarında da vardır ama Doğu masallarında çok görülür. Sonuna kadar, dürüstlükle sürdürülen bir aşkı anlatmaya gayret ettim. 

Benim hayatımda bir de uzun işsizlik dönemi var. “Susuz Yaz” büyük ödülü kazandıktan sonra kimse gelip iş teklif etmedi. Aynı şekilde devletin herhangi bir bakanlığı, genel müdürlüğü ya da bir banka da. Ben kendini Batı kalıplarına göre de öne getirmiş bir sinemacıyım, aynı zamanda da bir sanat tarihçisiyim. Entelijansiyayla birlikte prodüktörler de tavır aldılar ve bana iş vermediler. En ufak bir ticari film teklifi dahi gelmedi. Teklif olmadığı için kendi paramla “Sevmek Zamanı”nı yaptım. Yine teklif olmayınca o zaman “Kuyu”yu çektim. 

Evet. Kuyu’nun hikayesi nasıl şekillendi?

“Kuyu”da bir gazete haberinden yararlandım. Bir adam bir kadını beş kere dağa kaçırmış. Hapse giriyor, çıkıyor gene kaçırıyor. Bir tutku. Beşincide dağlarda gezerken bir kuyuya geliyorlar. Adam kuyuya iniyor, kadın da üstünü taşla örtüyor. Hatta kadını hapiste ziyarete de gidecektim ama olmadı. Tabii gene kimse tınlamadı. 

Şimdi bir senaryo yazarı var, o zaman eleştirmendi. “Metin Erksan iğne ile kuyu kazmış içinden hiçbir şey çıkaramamış” diye yazdı. Olabilir, fikirdir. Ancak ş=imdi yazdığı senaryolara bakıyorum, hepsi “Kuyu”dan esinlenme. Hale bak ya! Hadi benim başka filmlerimden olsa, neyse. Hayır, yalnız “Kuyu”dan. Herifin kafasına nasıl girmiş, nasıl bir ruh hastalığı. Geçen gün gene televizyonda bir filmini gördüm, “Kuyu”nun aynısı. Olacak şey değil. O kadar eleştirilecek şey var Türk sinemasında, adam bula bula beni buluyor. Nicholas Ray’in bir filmi vardır, “That True Story of the Jesse James” (Jesse James’in Gerçek Öyküsü), bu filmin sonunu hatırlatıyor tavrı bana. Jesse James artık evine dönmüş, duvara tabela asmaktadır. Tabelada şöyle yazar: East or west, home is best. Tam o sırada oğlanın biri içeri girer, sırf şan alacak, ateş eder ve vurur Jesse James’i. James şöyle bir döner ve beni bu zibidi oğlan mı vurdu gibilerinden bakar. James yere düşünce oğlan dışarı fırlar; “Jesse James’i vurdum!” diye. Tam o sırada kamera kör bir zenciye döner ve adam elindeki pano ile bir ağıta başlar: “Bilmem kaç senesinde Jesse James’i vurdular.” Yani burada da ille beni vurmak. Ee, vur beni o zaman. Vurabilirsen tabii. 

Filmin anlaşılmayan bir yönü daha oldu.O sırada dinsel otoritelerin bazıları, kadına dayak atılmalıdır, Kur’an’da cevaz vardır diyorlardı. Ben de filmin başına Nisa suresinden 19. ayeti aldım. “Kadınlara iyilikle muamele edin” diyor. Bu da filmin anlaşılmayan yönlerinden oldu ve yıllar sonra ilk kez Antalya Film Festivali’ne gittim. 

Daha önce niye katılmıyordunuz?

Ulusal festivallere katılmamak konusunda daha evvel tavrımı koymuştum. Türkiye’de ilk festival Yerli Film Yapanlar Cemiyeti tarafından 1947’de düzenlendi. Ondan sonra 1958 yada 59’da İstanbul’da Gazeteciler Cemiyeti ile Türk Sinema Sanatçıları Derneği ortak bir festival tertiplediler. Jüri özenle seçilmişti. Başkan Sabahattin Eyüboğlu sözcü de Haldun Taner’di sanıyorum. Ben “Dokuz Dağın Efesi” ile katılacaktım. Ancak çoğunluğu sinema yazarlarından oluşuyordu jürinin ve bunların hemen hepsi, benim filmimle ilgili olumsuz tavırlarını daha önce açıklamışlardı. Bir de jüri ölçütlerini tayin etmemiş, neye göre seçilecek? Mesela biliyor musunuz Orhan Kemal ile Sait Faik  hikaye armağanları arasında ne fark var? Jüri ölçütlerini bilmiyor, çünkü yok böyle bir şey. Olur mu? Ölçütleri olmalı. Hiç değilse Sait Faik  janrında hikaye yazan meselesi gelecek. Belki analojiler kötü netice verir ama en azından ölçütlerini belli edecek. 

Daha sonra “Gecelerin Ötesi” ile Belediye Festivali’ne girdim.  En iyi senaryo mükafatı aldı. Fakat burada da sinemacıların ve o zamanki bazı yazarların yaptıkları komplolarla, gayet dümbelek bir film, “Kırık Çanaklar” seçildi. Dışarıdan adaptasyon bir film. Bir film yazıhanesi tuzak olarak kullanıldı o sıralarda. Tam rezillik. Böylece geldik 1969’a. Ne yaptılar, ettiler Kemal Tahir’i Antalya Film Festivali’ne jüri başkanı yaptılar. Kemal Tahir olur da biz gitmez miyiz, ayıp bir şey. Ben de “Kuyu”yla katıldım. Aldı orada bir şeyler ama önemi yok. 

Esas anlamadığım şu En İyi Türk Filmi ödülü veriliyor. O festival nasıl olur da en iyi Türk filmini seçer. Oysa olsa o festivale katılan filmler arasında en iyisi olabilir. Mesela bir ara bizim artistler Anadolu’da film çevirirken orada bir seyyar dikiş kursu oluyor, buradaki kızlar  o artisti yılın en iyi oyuncusu seçiyorlar, bunu da gazete yazıyor.  Nasıl olur yahu, gezici dikiş kursu. Türkiye’de oluyor. Dışarıya artistler gitti, bir çok festivallere, isme gerek yok onlar kendilerini bilirler. Bunlara orada bir sefertası ya da çaydanlık verdiler. Ciddi söylüyorum, alay ediyorum sanmayın. Bir levhanın üzerine kabartma çaydanlık. Ev Kadınları Birliği vermiş. Geldi havalanında “Ben en iyi artist seçildim” dedi. Bu kadar rezillik. Kimse de çıkıp yahu orada ev kadınları seni sevmişler, ağlama diye bir çaydanlık vermişler demedi. Kadın çaydanlığı havaya kaldırıyor ve ben en iyi artistim diyor yahu. Biliyorsunuz dış festivallerde giriş belgesi verilir, adam onu alıyor buraya geliyor “Bak!” diyor. Yahu kardeşim giriş belgesi işte. Benim meslektaşlarımdan çoğu Türkiye’ye gelip, giriş belgesini mükafat diye gösterdiler. 

1963’de Türkiye Sinema İşçileri Sendikası’nın başkanlığını da yaptınız?

Önce şunu söylemek isterim, benim totem ve tabum düşünce özgürlüğüdür. Buna olabildiğince bağlı kaldım. Hele şimdilerde bunun bir insan için ne büyük sorun olduğunu, dehşetle düşünüyorum. Bu yüzden bugüne dek yasal ya da yasal olmayan bir partinin, sendikanın, derneğin ve birliğin üyesi olmadım, hiçbir bildiriye imza atmadım. Ancak 1956 yılında kurup genel sekreterliğini yaptığım Türk Sinema Sanatçıları Derneği, 1963 yılında kurup başkanlığını yaptığım ve daha sonra üyeliğinden istifa ettiğim Türkiye Sinema işçileri Sendikası ve 1964 yılında kurduğum ve başkanlığını meslektaş ve yardımcılarım Halit Refiğ ve Ertem Göreç’in ricalarıyla diğer bir meslektaşıma bırakıp genel sekreterliğini yaptığımTürkiye Film Rejisörleri Derneği o yıllara özgü toplumsal koşulların zorlaması sonucu, bu düşünce çizgimin ve dizgemin dışında kalan, zorunlu ve zoraki işlevler oldu. 

Düşünce özgürlüğüme kısa aralıklarla da olsa neden ara vermek zorunda kaldığımı bir örnekle anlatmak isterim. 1963 yılında Türkiye İşçi Partisi (TİP), Türk sinemasının içinden ve dışından bazı kişilere partinin politik, ekonomik, toplumsal, sanatsal, kültürel görüşleri doğrultusunda kuram ve eylem yapacak bir sinema işçileri sendikası kurulması için buyruk vermiş. Politik bir partiye bağlı bir sinema kuruluşunun sinema sanatına zararlı olacağını bildiğimden, aklım, bilgilerim ve düşüncelerim doğrultusunda, önce kesinlikle tek başıma karar vererek, sonra da sendikacılık mesleğinin çeşitli dallarında çalışan arkadaşlarımın bu kararıma katılmaları ile Türkiye Sinema İşçileri Sendikası’nı kurarak, TİP’in girişimini önledim. 

Bu davranışımın temel nedeni ve gerekçesi de şuydu. Türk sineması sermayeye bağımlı ve dayalı bir sinema değildi. Bunu o zamanlar söylüyordum, sanıyorum şimdiki zamanlar için de geçer akçe. Türk sineması başta prodüktörler olmak üzere bütün çalışanların emeklerinin toplamıdır. Bildiğiniz gibi kapitalist ülkelerde sinema sanatına sermaye, sosyalist ülkelerde de devlet egemendir. Türkiye’nin yapısı bu ülkelerinkine benzemez dolayısıyla Türk sinemasında gerçek sermaye emektir, dedim. 

Aynı tahliller Halit Refiğ’in “Ulusal Sinema Kavgamız” kitabında da yer alıyor.

Tabii, Halit’le aynı şeyleri düşündük. Ancak belirtmeliyim ki bugün düşünce özgürlüğümden hiçbir şekilde, kesinlikle ödün vermem. 

Kurumlara girmemekten söz ediyorsunuz, bundan kurumlara karşı olduğunuz anlamı da çıkarabilir mi?

Hayır, karşı olduğumdan değil. Tabii ki insanların politik fikirleri olacak, olmayacak değil ama o politik fikirleri kafalarında özgürce saklamaları gerek.

1960-70 arasındaki on yıllık dönemi toparlamak gerekirse genel olarak neler söylemek isterseniz. 

Bu arada 2004 film yapılmış. Bunlardan 1734’ü siyah-beyaz, 268’i renkli. 1966, 238 filmle en yüklü yıl. Bakıyorum da bunların arasında elle tutulabilir olanların sayısı çok az. 1961 Anayasası’nın getirdiği soluk alma ortamı içerisinde, bir hazırlık dönemi yaşandı Türk sinemasında. 1961 Anayasası’nın dibaçelerinde (gerekçelerinde) Kurucu Meclis’te Türk sineması üzerine yapılmış tartışmaların çok güzel belgeleri var. Bir ülkenin anayasası hazırlanırken o ülkenin en uç politikacıları (ki iki tanesi daha sonra başbakanlık yaptılar) sinema üzerine konuşuyorlar, gündeme geliyor.

Beni ele alalım “Gecelerin Ötesi”, “Acı Hayat”, “Yılanların Öcü”, “Susuz Yaz”. Dört tane film gelmiş. Fakat Türk sineması giderek 1970’lerde hiçbir atılım içinde değil. Yani o beş yılda, 1965’e kadar alınan mesafe var, onun mutlak sonuçlarının görülmesi lazımdı ama o yönde bir atılım olmamış durumda.

Şu ana kadar konuştuklarımız dışında, bunun gerçekleşmemesinde aklınıza gelen başka  bir şey var mı?

Birincisi politik yetkenin o yıllarda sinemaya bakışı ile ne sinemacılar ne de entelijansiya ilgilenmedi. Adam seni on maddenin içine koymuş ancak bunun içinde bir şeyler yapabiliyorsun. O zaman önce onu çok iyi bilmen gerekiyor. 

İkincisi Türkiye’de her şey yabancı mala karşı korunuyor oysa bir tek sinema için bu geçerli değil. İlk başta ham film kotayla getiriliyor. İkinci olarak da yabancı filmler hür listeyle geliyor. Yani isteyen istediği filmi getiriyor.  Biz ise kotayla film alıyoruz, o sıralar döviz yok. Düşünebiliyor musunuz nasıl ters işleyen bir süreç.  Hem de nasıl bir sinema karşısında. Dışarıdan gelen vasat bir filmin maliyeti 10 milyon dolar. Basit, iptidai bir film. Türk parasına vurursanız 6 milyara yapılmış bir dev geliyor karşınıza.  Kimle geliyor üstelik Türk halkının çok yakından tanıdığı Faye Dunaway’le, Robert Redford’la, Marlon Brando’yla geliyor. Türk halkı onları daha çok tanıyor belki çünkü bütün gazeteler gece gündüz onların propagandasını yapıyor. Üstelik bir de bakıyorsunuz Peter Falk kendi amirini tevkif ediyor. Nasıl bir sansür?  Hiç alakası yok. Bir cinayete karışmış generali tevkif ediyor ya da. Sizse burada ne yapıyorsunuz? Bir televizyon filmi yapıldı. Filmde bir avukat hizmetçi kızın ırzına geçti diye kıyameti kopardılar. Baro ayağa kalktı. Tarihini unuttum şimdi, bir filmde Ege Üniversitesi’nden bir kızın başına bir kaza geliyor. Ege Üniversitesi rektörü açıklama yaptı: “Bizim kızlarımız böyle şeyler yapmazlar” dedi. “Katiyen, tenzih ederim” dedi. Filmi men ettirmeye kalktı. Yahu düşünebiliyor musunuz daha Türkiye’de neresindeyiz biz işin? Ya bu gelen filmlerin teknik donanımları? 

Onların söylediği şeyleri söyleyemiyorsunuz. İnsan ilişkilerini o boyutlara getiremiyorsunuz. O paraları da sarf edemiyorsunuz. Peki nasıl olacak? Bunlar kongrelerde hiçbir zaman konuşulmadı. Devamlı bir laf, “Türk sineması iptidai.” Yahu, tamam da, neden?

…ve sinema dergisi. 1. sayı. 1985 (Hüseyin Sönmez ile beraber)

Yanıtla