2
2 Aralık 2018
Pazar sabahı, erken yatmamıza rağmen yine de geç kalktık. Öğrenilmiş bir şey. Kahvaltıydı, toparlanmaydı derken evden çıkmamız 10’u buldu. Bu karda kışta hala bitpazarı peşindeyim. Neyse ki Sibel de sever alışverişi. Garın önündeki duraktan kalkan 61 numaralı otobüsle Bratislava Stadyumu’na gittik. Daha önce internetten bakmıştık, pazar günleri sabah 7 ile öğlen 12 arasında burada bit pazarı kuruluyor. Slogan da şu: Başkasının çöpü, sizin için bir hazine olabilir. Bu veciz slogandan da anlaşılabileceği üzere çok ucuz bir bitpazarı bu: Naylon üzerine yere serilmiş tezgahlar, çoğunluğu Çingene satıcılar ve sonsuz pazarlık imkanı.
Bizim gittiğimiz saatte bile yerler hala buzdu ve bütün çürümüş renkleri orada görebiliyordunuz. Sibel’le ayrı ilgi alanlarımız olduğu ve vaktimiz daraldığı için ayrı dolaşmaya karar verdik. Sadece tezgahlar ve tezgah sahipleri değil, gezenlerin hepsi de bir o kadar ilginçti. Çoğu şimdiden kafayı tütsülemiş vaziyetteydi ve içmeyi sürdürüyorlardı. Pazarın çeşitli yerlerine konuşlanmış içki ve yiyecek satan karavanlar, alışverişe gelenler için gereken mühimmatı fazlasıyla sağlıyorlardı.
Ayağımızın altındaki buzlar çatırdamaya başlamıştı ama biz donuyorduk. Buluşunca ilk işimiz sıcak kahve ve biberli votka içerek kendimize gelmek oldu.
Ucuz ve hakkaniyetli bir şehir burası. Bütün otobüs duraklarında bilet otomatı var. Buradan kullanacağız süre kadar bilet alıyorsunuz. Biz 15 dakikalık kullanıma uygun biletleri 0.70 avroya aldık -ki aynı bilet bir saat ötedeki Viyana’da 2.40 avroydu.
Dönüp ganimetleri eve bıraktık, biraz ısındık. Sonra yeniden şehre vurduk kendimizi. Eski kente indik, Noel pazarlarında oyalanmadan köprünün altından geçip, merdivenlerden tırmanarak kalenin olduğu bölüme ulaştık. Katedral karşıda kaldı. Eskiden, ortasından yol geçmeden önce bu iki mahalle bir bütünmüş. Zaten katedralle kalenin arasından niye otoyol geçsin ki? Sovyetler döneminde yöneticiler, eski kentteki bir sürü yeri yıkıp bu yolu geçirmeye karar vermişler. Yerel halk epey bir direnmiş, ama emir demiri kesmiş. Şu anki saçma görüntü de öyle ortaya çıkmış.
Karnımız açtı. Bir Çin lokantasına girdik. Güzel dekorasyon. Çıplak beton binayı alıp içini döşemişler, ama girişteki bir iki boyalı sütun ve bir boyalı duvar dışında, betonu öylece bırakmışlar. Çin çorbaları içtik. Vasattı. Sibel mantı istedi, ben chili soslu soğuk biftek yedim. Fazla yağlı ve fazla sertti. Mantıda da pek iş yokmuş. Ama içerisi tıklım tıkış doluydu. Belli ki turistik bir hamlenin içine yuvarlanmışız.
Çıkınca aşağıdan kaleye doğru tırmanmaya başladık. Yani ara sokaklardan. İyiki de öyle yapmışız. Biraz daha dik ve ayaz bir noktadan tırmanmış olmakla birlikte hem eski kenti hem de olağanüstü güzellikteki tepeyi görmüş ve bir tepeden Tuna’ya bakmış olduk. Üstelik ortalıkta da kimseler yoktu.
Ne yanılgıymış meğer. Kalenin etrafından dönüp ana giriş kapısına geldik ki yer yerinden oynuyor. Hiç değilse 10-12 büyük tur otobüsü vardı. Uzakdoğulular basmış Bratislava’yı. Şehirde dolaşırken görmemiştik oysa. Kalenin içinde hızlı bir tur atıp kaçtık. Kaçarken içimizi ısıtmak için tarçınlı sıcak şaraplardan aldık bir bardak. İçtiklerimizin en iyisiydi.
Bu kez otobüslerin de tırmandığı ana yoldan döndük. Hiçbir karakteri yoktu, mimari doku da bozulmuş. Ama öyle çok ve güzel kafe vardı ki, yine de fazla kötü konuşmak istemiyor insan. Köprüye varmadan hemen önce Da Vinci adlı resim malzemeleri satan dükkana rastladık. Tabii ki kapalıydı. Bir şövale alma hevesimiz var, bakalım yarın sabah gerçekleştirebilecek miyiz?
Dönüp eski kentin içinde biraz daha turladık.
Derken eski Amerikan tarzı döşenmiş, belli ki pahalıca bir bardan içeri daldık. Duvarlar Amerikalı bir kadın fotoğrafçının siyah-beyazlarıyla doluydu. Bar olağanüstü gözüküyordu ve sol tarafı baştan başa aynayla kaplı duvar mekana müthiş bir derinlik katıyordu.
Çıkınca boşlukta asılı kaldık. Aşağıdaki Noel pazarında turladık. Skalicky Tredelnik denilen hamur tatlısından satın aldık. Hamuru kalın şişler etrafına sarıp fırında pişiriyorlar. Sonra pişmiş hamuru şeker, tarçın ve dövülmüş fındıklardan oluşan bir bulamacın içinde döndürüyorlar.
Katedrali görmeye gittik. Katolik elbette, ama içi güneyde görmeye alışkın olduklarımız kadar tıka basa doldurulmuş değildi. Papazın ayini yönettiği bölümün arkasında, dip tarafta , kocaman kılıçlı bir adam heykeli vardı. Atın üzerinde duruyor ve kılıcıyla mütemadiyen bir şeyleri biçiyordu.
Katedralden çıktığımızda hava kararmıştı ama vakit erkendi henüz. Bunun üzerine otoyolun karşı tarafındaki saat müzesine gittik. 16. yüzyıldan kalmış, üç katlı bir binaydı. Girişi yandaki küçücük bir kapıdandı ve kapıyı açınca kalın bir perdeyle karşılaşıyordunuz. Binanın kendisi daha gişede oturan kadından itibaren deve derisinden mamul bir Hacivat-Karagöz evini andırıyordu. 15 metrekare üzerine kurulu üç kat düşünün. Bilet alıp gezmeye başladık.
Saatçiler daima büyülemiştir beni; saatlerin iç mekanizmaları, parçaların ritmik hareketi. Modern dünyada bunun toplumsal bir yanından da söz edilmeli herhalde. Trenler ve saatler, 20 yüzyılın nostalji ikizleri. Üstelik aralarında ne çok zaman olmasına rağmen. Saat dediğin -mekanik olanlarından sözediyorum tabii- 16. yüzyıla tarihlenirken, trenler ancak 19. yüzyılda sahneye çıktılar. Aradaki bu üç yüz yıla rağmen, ikisini modern insanın zihninde böylesine arkaik birer dünya nesnesi olarak bir araya getiren nedir? Üstelik ikisini de kullanmaya devam ediyoruz. Uçaklarla yarışan ve sürtünme kuvveti olmadan havada giden trenler var günümüzde ve dünyanın en iyi saatleri üretilmeye ve kullanılmaya devam ediyor. Birer nostalji nesnesinden söz etmiyoruz, sonuçta. Yine de birer nostalji nesnesine dönüşmüş durumdalar. Tabii zihnimizdeki tren o tren değil denebilir. Peki zihnimizdeki saat bir dijital saat mi?
Müzede gördüklerimizi büyüleyici nesnelerdi. Altın kaplamalar -ki hep çok büyülemişlerdir insanları-, tablonun içine yerleştirilenler, minimalist tasarımlar, barok saatler… Yine de en çok saat yapanların kullandığı alet edevatların sergilendiği, ahşap çerçeveli kutulardan etkilendim.
Biri oturmuş, taklit etmiş ya da tasarlamış ya da ilk yapan ustanınkini hem taklit edip hem geliştirmeye, kendinden bir ruh katmaya çalışmış. Burada gördüğümüz yüzün üzerinde el yapımı saatten amaç, dijital saate varmak olamazdı. Saatimizin şaştığı bir yer olmalı? Denilebilirki insanlığın geldiği noktadaki şaşkınlığın boyutlarını anlamak istiyorsanız, bir saat müzesinden içeri girin. Zaman -ki ömrümüzdür aynı zamanda-, hiç bu kadar ucuzlamamıştı.
Bu saatlere dikkatle bakıyorsam aslında eski bir saatin yüzü suyu hürmetineydi. Kuzguncuk’ta yaşarken sık yaptığım gündüz gezintilerinden birinde, Doğancılar’ın ara sokaklarıdan inerken bir camiye rast gelmiştim. Celveti Tarikatı Şeyhi Aziz Mahmud Hüdai’nin külliyesiymiş burası. Şeyhin daha önceden bildiğim dizeleri vardı:
“Günler gelip geçmekteler
Kuşlar gibi uçmaktalar.”
Onun zamanı idrak ettiği yeri görmek için girdim içeri. Boğaza bakan dikdörtgen bir odada durdum. Oda hatırladığım kadarıyla tamamen boştu. Işık vardı elbette, yerde solmuş bir halı. Sol tarafta büyük, adam boyundan da büyük pandüllü bir saat vardı. Başka bir şey vardıysa da ben hatırlamıyorum. Tıpkı orada ne kadar durduğumu hatırlamadığım gibi. Etkiyelici olan, bütün bir ömrün o pandülün ritmine tabi olarak geçirilebileceği hissiydi. Sağaltıcı bir şey vardı, ama ben oraya ait değildim.
Saat kullanmaktan hiç hazzetmem yoksa. Çocukken hediye edilen saatlerimin hepsini ya kaybettim ya da sattım. Büyüyünce de bir saat takmaya yanaşamadım hiçbir zaman. Dedemlerde, büyümemin bir bölümünü tamamladığım evde, Çek malı bir duvar saati vardı; hala duvarımda asılı. Eski zamanların gölgesi gibi.
Müzeden çıkınca bir süre daha amaçsızca dolaştık eski kentte. Sonra Urban Cafe’ye girdik. İçerisi aydınlık, sıcak ve insan kaynıyordu. Ağırlık gençlerdeydi ve çoğu bilgisayarlarını açmış koltuklara, hatta kanepelere yayılmış takılıyorlardı. Ama orta yaşlı ve düpedüz yaşlı insanlar da vardı Urban’da. 350-400 metrekarelik bir alan, çeşitli separasyonla ( kitaplık, kanepeler vs.) bölümlere ayrılmış, hem envai çeşit içecek, hem atıştırmalık yiyecekler var. Ucuz malzemelerle şık mekan yaratma çabası. Yeni zamanın alamet-i farikası bu. Ikea kardeşliğinin uzantısı gibi.
Fıçı Pilsner içerek başladık, o tükenince IPA’ya geçtik. Şerbetçi otunun iyice baskın olduğu acayip bir lezzet. Herkes gibi cep telefonlarımızla oynadık, tabletlerimize baktık. Çok bol malzemeli bir pizza paylaştık ve eve geldik. Yarın sabahtan yola çıkacağız ve biraz toparlanmak gerekiyor. Bit pazarından aldıklarımıza bakacağız daha, bulaşık makinesini yerleştirip çalıştıracağız, eşyaları toplayacağız. Bir de bakacağız ki saat on olmuş. Sonra kendi kendimize diyeceğiz ki yatakta kitap okurken uykuya dalmak gibisi yoktur.