Gemilerden oluşmuş yüzer kasabalar olabilir diye düşünüyor insan ister istemez, insanlar gemide yaşarlar, kaptan değiştirelemeyeceği için demokrasi olmaz. Denizde, teknede yaşayan, yaşamayı tahayyül eden insanların sayısı inanılır gibi değil. Pahalı bir iş tabii. Halbuki böyle bir gemi-kasaba olsa! Nuh tufanının Holywood’da yeniden revaçta olduğu şu günlerde insan düşünmeden edemiyor belki de Titanik sendromunu bir türlü atlamadığı için bu haldeyiz!
Sarhoş olmuş, ayılmış ve ortada kalmış biri olarak oradan buraya sıçrayarak, hadi adını koyalım düpedüz saçmalayarak o kat senin bu kat benim turluyordum ki, galiba 10. katın sahanlığında (biz yolcuların dünyası 8-9-10 ve 11. katlarla sınırlıydı) ayakta durmuş bana bakan -yoksa ben mi ona bakıyordum- boğa kafalı adam heykeliyle karşılaştım. Haliyle sert plastikten yapılmıştı. Bir kaç adım uzaklaştım. Minator değil miydi bu?
Girit Kralı Minos’un kurbanlık olarak Poseidon’dan istediği sonra öldürmeye kıyamadığı boğa. Poseidon bunu öğrendiğinde Minos’un karısını boğaya aşık etmiş ve kadının boğayla çiftleşmesinden boğa başlı, kuyruklu ama insan bedenli Minator doğmuştu. Boğayı Daidalos’un yaptığı Labyrinthos’a saklamıştı kral ve insan etiyle beslenen yaratığa her yıl labirentin içine bırakılan Yunanlı gençler, kurban olarak sunuluyordu.
İyice kafam karışmıştı. Bu gemi bir labirent ve bizde Minator’a sunulan kurbanlar mıydık? Bu heykeli geminin simgesi olarak buraya koyan şirket bize ne anlatmaya çalışıyordu.
“Driver’s Club” neon tabelasını görene kadar, kafamda dönüp durdu hikaye. Yeminle o tabela modern bir mitolojiye ait gibi gözüküyordu ve eskisinin hayaletini bir anda uzaklaştırdı. Bir geminin onuncu katında “Drivers Club”da, geceyarısı makarna yiyen kamyon şoförlerinin imgesiyle hangi Minator baş edebilirdi ki?
Onun biraz ilerisinde karşılıklı iki tabela daha vardı. “Labyrinth Video Games” bütünüyle boştu bu saatte. Buna mukabil “Hermes Casino”da, kollu canavarların önüne oturmuş birkaç şoför, makus talihlerini değiştirmenin mümkün olup olmadığını araştırıyorlardı.
Diğer katlarda kayda değer bir şey yoktu. Tekrar geminin tek açık salonuna döndüğümde, şamata bütün hızıyla sürüyordu. Gürültüden en uzak koltuğa çöküp boş bir çuval gibi uykunun beni bulmasını bekledim. Üç gibi sızmışım. Delikli bir uykuydu tabii. Yarım saat kadar sonra gözlerimi açtım, uzak silik seslerin arasında vücudumu çevirip ters tarafa yattım. Bir daha gözlerimi açtığımda aradan üç saat geçmiş olduğunu gördüm şaşkınlıkla. Sonunda yattığım yeri benimsemişim demek. Kalkıp yüzümü yıkadım. Kolumdaki saat 7.30’u geminin saati ise 6.30’u gösteriyordu. Denizin ortasında bir saat kayboluvermişti işte. İyi miydi kötü mü, bilemedim.
Temiz hava almak için üst kattaki güverteye çıktım. Bar kilitliydi, dolaplar da öyle. Geminin üzerindeki ışıklar yanıyor ve ip gibi dizilmiş ampuller devasa kırmızı bacayı aydınlatıyordu. Bacanın biraz sağında, hemen hemen aynı hizada yeni hilal vardı. Fotoğrafını çektim ve tazeleyici havada dolaşmayı sürdürdüm. Neden sonra köşedeki masada içip konuşmakta olan iki kadını fark ettim. Onları rahatsız etmemek için -tamamen benim kuruntumdu bu sanırım, yoksa kendi dünyalarında kaybolmuş görünüyorlardı- alt kata, gece boyunca uyuduğum salona indim. Bir kahve ve su aldım. Oturmuş kitap okuyordum ki (Kwangvaman Kavşağı), yarı kambur bir adam elinde nemli bir bez salondaki masaları, koltuk kenarlarını silmeye ve etraftaki çöpleri elindeki torbaya doldurmaya başladı. Bir yandan da kanepelerde uyuyan bir iki kişiyi dürterek toparlanmaları için uyarıyordu. Gündüzcülerin zamanı başlıyordu yeniden. Gececilere değer vermediği belliydi ve öylesine ciddi bir ifadeyle çalışıyordu ki, işini çok mu önemsiyordu, yoksa sonsuz bir bıkkınlık mıydı söz konusu olan, anlamının imkanı yoktu.
Bu sırada gece boyunca açık olan ama sesi kısık duran televizyonlar da Yunanca şakımaya başlamışlardı. Sanki havanın aydınlanmasına ayarlı kuşları taklit ediyordu televizyonlar da.
Birazdan salonun bir köşesinde duran Venüs çantacısı da açıldığında yeni günün hazırlıkları tamamlanmış olacaktı.
Saat 13.30’da Ancona’ya varacaktık sözümona. Hava koşullarının fevkalade olmasına karşın, gemi limana ancak 15.00’te yanaştı. Son bir buçuk saati üst güvertede, uzun seferden dönen balina avcıları gibi, kara ha göründü ha görünecek diye bekledik. Ya da ben bekledim. Çünkü belli ki bir deniz insanı değilim ve bu kadar büyük, neredeyse Kaşık Adası kadar bir gemide de olsam, yine de ayağım karaya basmadığı sürece rahatsız oluyorum.
Bütün bunlara karşın, limana girerken, o girişi görmüş olmak beklediğimize değdi. Bir doğal liman öncelikle, sonra hep olduğu gibi daha da korunaklı hale getirilmiş falan ama esas olan aşağıdan yukarı, tepeye doğru tırmanan o bej rengi taş binalar ve onların önünde yükselen devasa vinçlerle o binalar arasındaki tuhaf uyumdu. Sanki ezelden beri buradalarmış hissi uyandırıyordu insanda. Eski bir yerleşim, İ.Ö. 4. yüzyılda Yunan sömürgesi olarak kurulmuş. Denizcilik, balıkçılık, cumhuriyet, papalık derken 2. Dünya savaşında sıkı bombalanmış ve tarihi liman bölgesi tümüyle yok edilmiş. Yani o ezelden beri buradalarmış hissi bir İtalyan marifeti.
Gemiden inince anladık ki Ancona, dışı seni yakar içi beni dedikleri cinstenmiş. İlk izlenimin ve uzaktan görünüşün aldatıcı olduğu bilinen bir şeydir ve insan her zaman bunu unutmaya meyillidir. Gemiden çıkmamız da neredeyse bir saate yakın sürdü, çünkü öncelik daimi tırlardaydı, bizim gibi kazara buraya düşmüş ufaklıklarda değil. Bir labirentten diğerine savrulduk. Orta İtalya’nın en büyük limanı olsa da, ufacık bir şehirdi karşımızdaki. Tek şeritli sokaklar, Mecidiyeköy çevre yolundaki gibi üstten geçen otoyollarla desteklenmeye çalışılmıştı, ama oraya ulaşmak için o sonsuz tır katarını dize getirmek gerekiyordu ki, imkanı yoktu.
Gördüğümüz ilk sandviç dükkanının önünde durduk. Kalabalık dağılana kadar sandviç ve kahve molası verdik. Doğrusunu söylemek gerekirse ne böyle şahane sandviç yemişliğimiz ne de bu kadar güzel kahve içmişliğimiz vardı. İkisiylede sanki ilk kez karşılaşıyorduk. Bu bize büyük bir şevk verdi. Her ne kadar hava kararmadan Floransa’ya varamayacağımız belli olmuş olsa da. Saat beşe geliyordu ve sadece Ancona-Bolonya arası 227 kilometre gözüküyordu. Oradan Floransa’ya da bir 108 kilometre daha vardı. Yine de karnımız toktu ve ayağımız toprağa basıyordu.
Zaman zaman deniz kıyısına paralel gitmemize karşın, bütün otoyollar gibi tatsızdı. Sennett’in “modern dünyada tecrit edici duvarlar yerlerini otomobillere ve otoyollara bıraktılar” saptaması geliyordu aklıma. Rimini’nin önce tabelasını, sonra uzaktan da olsa kendisini gördük geçerken, ama ne bizim ne de oradakilerin aylaklık edecek halimiz yoktu. Bildik turistik kasabalardan birine dönüşmüştü. Yine de Rimini’nin yanından geçip orada durmamak, hiç değilse kumsalda bir tur atamamak can sıkıcıydı. Düşününce bu yolculuğun niteliğine de gölge düşürüyordu. Sonuçta arabayla yola çıkmamızın nedeni, o otobandan bu otobana koşturmak değildi ki? Ne var ki evvelden yapılmış rezervasyonlar, Floransa’da bizi bekleyen parası ödenmiş bir malikane vardı. Kaldı ki, gemiden yaptığımız mesajlaşmalar sonrası, geç kalacağımızı ve aç olacağımızı söylediğimiz ev sahibemiz Perla, şu sıralar bize akşam yemeği hazırlıyor olmalıydı.
Böyle böyle, Floransa sapağına vardık. Gerçi Ancona’dan Floransa’ya giden bir iç yol da vardı. Belli ki çok daha sevimli, tek şeritli, bol virajlı, köylerin ve vadilerin içinden ilerleyen bir güzergah, ama o yoldan Floransa’ya varabilmek için vapurdan sabah inmemiz gerekiyordu, ikindi vakti değil. Bu yüzden Bolonya’ya kadar kuzeye çıkmıştık ve şimdi yaklaşık 100 kilometre güneye inmemiz gerekecekti.
Hava kararmaya yüz tutmuştu ve bir süredir atıştıran yağmur, kuzeye yaklaştıkça ciddi bir sağanağa dönüşmüştü. Bir sürat pistindeymiş gibi yanımızdan geçen arabaların sıçrattıkları çamurlarla birlikte, yorgunluk kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladı. Neyse ki, yolun bundan sonraki kısmının çoğu tünellerden oluşuyordu. Böylece yağmurun etkisine çok fazla maruz kalmadan, saat sekizi biraz geçe Floransa çıkışına varmayı başardık. Geriye bir tek doğru çıkıştan sapmak kalıyordu ve biz onu kaçırdık. Olmasa şaşardım!
Karanlıkta, yağmurun altında bir yol kenarında park etmiş duruyorduk. Bundan sonra ne yapacağımız konusunda hiçbir fikrimiz yoktu. GPS’ler suskundu ya da biz onları nasıl konuşturacağımızı bilmiyorduk. Arabanın içinde, benim öfkemin pekiştirdiği derin bir sessizlik vardı. Derken üstteki aynaya baktım ve o karanlığın içinde, otobanın kenarındaki karanlık çayırın içinde, sonsuz yağmurun altında, şemsiyesiyle bir adamın bize doğru yürümekte olduğunu gördüm. Çölde birine rastlamak kadar tuhaftı durum. Hatta şöyle diyebilirim, bu mucize ancak İsa’nın Lazarus’u diriltmesiyle kıyalanabilirdi. “Yakalayın bu adamı” dediğimi, hatırlıyorum. Şirretliğimden yılmış olmalılar ki, Sibel ile İsmail derhal kendilerini arabadan dışarı attılar. Daha da şaşırtıcı olan, o an oradan geçen bu ne idüğü belirsiz adamın üstüne üstlük bizimkilerle İngilizce konuşması ve tam da hangi yanlış sapaktan çıktığımızı ve geri dönerek ne yapmamız gerektiğini biliyor olmasıydı. Bütün Türkler onun bir ajan olduğunu şıp diye anlardı. Oysa bize melek gibi geldi.
Şehri terk edip yeniden Roma otobanına girdik ve 20 dakika kadar debelendikten sonra nihayet doğru çıkışı bulup, gideceğimiz köy yoluna sapmayı başardık. Karanlıkta, virajlı bir yolda tırmanıp durduk. Malum en uzunu bilinmeyen yoldur. Sonra nihayet Impruneta’ya vardık ve meydanda durup telefonla Villa Salatini’yi aradık ve yol tarifi aldık. Söylediklerine göre bir buçuk kilometre daha gittikten sonra sol kolda villanın girişini görecektik. Şimdiden üç kilometre gitmiştik ve ortada villa milla yoktu. İsmail’in arka koltukta neredeyse feribottan indiğimizden beri dost ilişkisi yaşadığı cep telefonu da kifayetsizdi hanidir. Geri döndük. Hepimiz gözlerimizi karalığın içine dikmiş bir villa işareti arıyorduk. Yoktu. İlk telefon ettiğimiz noktaya kadar geri döndük. Bir otoparkta duruyorduk. Yandaki arabaya bir kadın geldi. Camı açıp ona şuursuzca Villa Salami nerede diye sorduğumu hatırlıyorum. Kadın boş boş yüzüme bakarken, Sibel gülmekten ölüyordu yan koltukta.
Tekrar telefon ettik. Aynı yolu bir kere daha tarif ettiler, bu kez ev sahibi kapıda bekleyecekti bizi. Yeniden, biraz önce geldiğimiz yere çevirdik arabanın burnunu. Bir kilometreden biraz fazla gitmiştik ki solda, karanlık çalılığın içinde durmuş el eden, orta boylu bir adam görüp yavaşladık. 30 dönümlük bir arazinin içindeki villadan söz ediyoruz. Yolun kenarında herhangi bir tabela yoktu. Işık yoktu. Bina görünmüyordu. İnsan yolu bilse bile, o çalılığın arasındaki kapıyı ıskalayabilirdi. Bazen susmak en iyisi.
Adamın işaretlerini takip ederek ince çakıl döşeli bir yola girdik ve zifiri karanlık bir park yerinde durduk. Arabadan indiğimizde, solda ağaçların arasında devasa bir taş binanın hayaleti görülüyordu. Orta boylu ince yapılı adamın elinde cılız bir fener vardı ve gülümsüyordu.
İsmail ile Eray girişi bahçeden olan ve sonradan yapılmış taş yapıya yerleştiler. İçerisi hangar gibiydi. Biz ana binanın ikinci katındaki devasa bir odaya çıktık. Duvarlar eski gravürlerle, haritalarla, aile büyüklerinin yağlı boya tablolarıyla kaplıydı. Antika vazolar, şahane ağaç bastonlar ve nuh nebiden kalma dolaplar, gardıroplar, yataklar. Epey düşkün bir asalet, yine de geriye kalanları görmek bile bir fikir veriyordu insana. Odaları ayrıca anlatmalı, ama nasıl? Yorgunluktan ve açlıktan pek bir şey görecek halimiz yoktu.
Bavullarımızı bırakıp, yemeğe koşturduk. Binanın dip tarafında, iki-üç basamak çıkılarak, çift kanatlı bir kapıdan girilen salonun havası iyice ağırdı. Kapının solunda devasa bir şöminede odunlar yanıyordu. Ortadaki oval masa neredeyse bütün odayı kaplıyordu ve üzerine şöyle nar gibi kızarmış bir bütün domuzu koyup çevresine bir düzine insan yerleştirebilirdiniz. Masanın kısa olduğunu varsaydığımız tarafına karşılıklı oturduk. Biri tuz istediğinde karşı taraftaki tuzluğu uzatmak için ayağa kalkıyor belinden aşağı doğru eğilerek masanın üzerine uzanıyordu. Perla elinde bir tepsiyle giriş yaptı. Adını söylemese mutfakta çalışan kadın olduğuna yemin edebilirdik. Kocasının aksine etli-butluydu. Hepimizin önüne kara lahana, fasulye ve kızartılmış ekmek parçalarından yapılmış birer tas çorba bıraktı. Nefisti.
Ancak göz yaşartan, geniz yakan bir şey de vardı havada. Şömine fena tütüyordu. Çorbaları da içip biraz gözümüz açıldığı için daha yakından baktık, genişliğiyle derinliği arasında bariz bir orantısızlık vardı ve sanki içeride sürekli yön değiştiren bir rüzgar varmış gibi bir oraya bir savuruyordu boğucu dumanlarını. Altımızdaki ortaçağdan kalma, her biri taş gibi sandalyeleri bir sağa bir sola çekerek dumanın etkisini azaltmak için yer değiştirmeye çalışıyorduk. Bir sessiz dönem komedisinin içine düşmüş gibiydik. Evin sahibi adam dumanı önlemek için bir şeyler yaparmış gibi görünüyordu ve biz de onun bu çabalarını takdir eden bakışlarla izliyorduk. Oysa hepimiz yapılacak hiçbir şey olmadığının bal gibi farkındaydık. Uzun yoldan geldiğimiz için mi, Batıya geldiğimiz için mi, villaya geldiğimiz için mi, yoksa gerçekten umursamadığımız için mi böyle davranıyorduk. Bilmiyorduk. Biz bilmiyorsak kim bilecekti. O da meçhuldü.
Bruschetta idare ederdi. Bol domates soslu makarna için de söylenebilirdi bu, eğer burası İtalya olmasaydı. En iyi şey hiçbir zaman pek sevemediğim Chianti şarabıydı.
Dişimi fırçaladığımı hatırlıyorum. Yatağa da yatmış olmalıyım sonrasında, çünkü sabah kuş cıvıltılarıyla uyandığımda, oradaydım.