8 Mart 2016


Roma kapısından şehre girilince geçilen uzun cadde

Bütün gece cinayetlerle uğraştım durdum. Bir seri katil kentte dolaşıp Uzak Doğulu turistleri avlıyor ve cesetlerini karanlık sokaklardaki heykellerin diplerine bırakıyormuş. Floransa ikiye bölünmüş durumda. Ben bunları, meydandaki kahvelerden birinde gazeteleri ve insan yüzlerini uzaktan gözleyerek öğreniyorum. Gazetedeki cinayet fotoğraflarına bakıp bakıp keyiflenen ve cappucino’larını ya da cianti’nilerini yudumlayarak sağa sola gülücükler atanları görmemek mümkün değil. Meydanın karşı köşesinde bir başka kahvede, kentin geleceğini ve turizmin çökebileceğini tartışan öfkeli ve endişeli insanlar toplanmış. Birden karanlık oluyor. Herkes çoktan gitmiş, kahve kapanmış. Kalkıp ıssız ve karanlık sokaklardan geçerek pansiyonuma varmam gerekiyor. Tamam, uzak doğulu değilim ama açık bir hedef olduğum su götürmez. 

Tam o sırada 7:15 alarmı. Sanat aşkıyla yataktan fırlayıp meşhur Ufizzi kuyruğuna girmek için, eksi 2 derecede yola koyulduk ve can havliyle 7:45 otobüsüne bindik. Otobüs, yağmurun içinde her yanı bulutlarla kaplı Toscana vadisine doğru inmeye başladı. Bir gün öncekine kıyasla ölüm sessizliği egemendi yolculuğa. Şoför değişmişti.

Böyle tünel mi olur?

Dünkü aynı noktada indik. Belli ki mahallelinin, esnafların ve sabah işe gidip gelenlerin kullandığı ufacık bir kafede, ayaküstü kruvasan yiyip kahve içtik. Sonra aynı uzun caddeyi adımlamaya başladığımızda, ben de Sibel’e o upuzun caddenin bir tüneli andırdığını anlatıyordum. “Sen ne tünelinden bahsediyorsun, burası harika bir cadde” dedi. “Evler güzel, dükkanlarda satılan mallar ve vitrinler de öyle.” Caddenin kalanını onun gözüyle görmeye çalıştım, düne göre saat erkendi elbette, dükkanlar kapalıydı, ama haklıydı, epey alımlı bir caddeydi burası ve onu tünel olarak tanımlamak teşbihte hataydı. Boboli Bahçeleri açıktı bu kez ama dünkü ressamlardan eser yoktu. Köprüyü de geçip Ufizzi Müzesi’nin önüne vardık. Sokağın girişi ve meydan, ellerinde otomatik tüfekleriyle devriye gezen askerlerin kuşatması altındaydı. Daha önce Ancona limanında görmüştük onları. Bütün Avrupa’da İşid terörüne karşı sıkı güvenlik tedbirleri vardı.

İki ayrı kuyruk vardı müzenin önünde, doğal olarak daha kısa olanının peşine takıldık ama bir süre sonra anladık ki, burası internetten pahalı bilet alanların (24 avro) kuyruğuymuş. Biz de sağdaki, sekiz avroluk uzun ve etli kapıdan bilet kuyruğuna eklendik. Saat dokuzu on geçiyordu. Şamatacı gençler ve okuldan toplu olarak getirilmiş talebeler çoğunluktaydı. Soğuk insanın içini titretiyordu ama çileye yatmış keşişler gibi sabırla bekliyorduk. Floransa, 15. yüzyıldan itibaren Ortaçağın din merkezli düşünme biçiminin yerine insanı odağa alan bir düşünme biçimini öne çıkarmıştı. Rönesans burada kuruldu ve kurucu aracı perspektifti. Hans Belting “Floransa ve Bağdat” adlı ilginç kitabında perspektifi, “bakışı idealize edip yücelten, ütopik bir dünya” olarak tanımlar. Ama bunlar daha sonra farkedilen hikayeler. O sırada, burada Medici’lerin şemsiyesi altında yeni bir dünya kuruluyordu. Ufizzi bu kuruluşu gerçekleştiren resimlerin bir araya geldiği, en önemli mabet. 

Perseus ve Medusa’nın kesik başı

Biz geldikten on dakika sonra arkamızdaki kuyruk en az bir 50 metre daha uzamıştı. Hemen oracıktaki Signoria Meydanı’nda, Ufizzi’ye bitişik binanın meydana bakan geniş kemerleri altında duran bir dolu heykelden biri de, Bellini’nin 1545’te yaptığı ve Perseus’un, Medusa’nın kesik başını zaferle havaya kaldırdığı sahneyi gösteren olağanüstü heykeliydi. Dün uzun uzun seyretmiştim. Beklerken birden, kafa kesen İşid militanlarına karşı nöbet tutan askerlerin, Bellini heykeliyle birlikte fotoğraflarını çekmek ilginç bir fikir gibi geldi. Meydana doğru seyirttim, ama askerler zaten gergindiler, fazla zorlamaya gelmezdi. Sonuçta denk düşüremedim. Geri döndüğümde sanki bir milim bile ilerlememiştik. Tam önümüzde iki Fransız kız vardı ve bir saatten fazla zincirleme sigara içip durmaksızın konuştular. Onların önünde Çekya’dan iki kızla bir oğlan vardı. (nereden biliyorsun?) Görebildiğim kadarıyla kuyrukta bekleyenlerin çoğu Doğu Avrupalı, İskandinav ya da Fransız’dı. Onu yirmi geçe kutsal kapıdan geçtik. Biletimizi alıp asansörle ikinci kata çıktık. 

Ufizzi’nin koridor tavanı

Koridorun tavanı baştan başa şahane fresklerle kaplıydı, duvarlarda onlarca tablo vardı, kalan boşluklara ise heykeller serpiştirilmişti. Uccello, Boticelli, Raphael, Da Vinci, Dürer, Titian, Tintoretto, Goya, Giotto… Bir de adına ilk kez burda rastladıklarım vardı: Goes, Baroncelli, Piero di Casino, Bronzino gibi. Koridorlar dolup taşıyordu. Bir süre sonra yoruluyor insan. Müzenin en popüler köşesi, yukarıda adını saydığım sanatçılardan birinin tablosunun önü değil, iki koridorun birleştiği yerde, Arno nehrinin göründüğü camın önüydü. Biraz soluklanmak isteyen herkes buraya sığınıyordu. Sadece ayakta durmaktan değildi yorgunluk, eski zaman da abanıyordu üzerinize. Temiz havaya çıkmak, derin bir nefes almak, hala sabah içeri girdiğiniz çağda olduğunuzdan emin olmak istiyordunuz bir süre sonra. Neyse ki çatıda bir kahve-sandviç bölümü varmış. İçeridekine yakın bir insan kalabalığı da oradaydı. Ayaz sürüyordu ama parlak bir güneş çıkmıştı. Duvar dibine oturmuş konuşmadan  kahvelerimizi içiyorduk.

Ufizzi’nin kutsal köşesinden görünüş

Kafa kesme meselisini düşünüyordum. Işid, Batı’da terör eylemlerine girişmeden önce, kafa kesme videoları yayınlayarak dehşet salmayı tercih etmişti. Ahmet Yaşar Ocaktan “Türk Folklorunda Kesik Baş” incelemesinde çok açık biçimde, halk folkloruna mal olan kesik baş hikayesinin, dinle bağlantılı olduğunu söyler. Ne Anadolu’ya gelmeden önce Türkler’de, ne de Müslüman olmadan önce Araplar’da kesik baş hikayesi vardır. Ama Hıristiyanlık, Vaftizci Yahya ile birlikte, haksızlığa uğramış ve tepside sunulmuş bir kesik baş hikayesi üzerine kuruludur. Yahya’nın başı Hıristiyanlık aleminde kutsal kabul edilmektedir. Çok eskilerden beri, insanlık dostunun ya da düşmanının kesik başını almış, saklamış ve ona bakarak kendi gücüne değer biçmiştir. Sanırım bütün kültürlerde insan başının, onun en değerli uzvu olduğuna dair bir inancın etkisi var ritüelin oluşmasında. O zaman eski-yeni mesaj daima şudur. O baştan daha büyük bir kutsal var. Gerekirse o başı keseriz. Gerekirse kestiğimiz başa taparız da. 

Çatı terasında soluklanma

Yarım saattir dinleniyorduk neredeyse, görmediğimiz bir koridora saldırmak için epey güç toplamıştık. Ama ne yalan söylemeli, benim için sonrası o kesik başın gölgesinde geçti. Çünkü nereye başımı çevirsem bir kesik başla karşılaşıyordum: Caravaggio’nun tepsideki “Medusa” kesik başı (1595-98) ve “İshak’ın Kurban Edilişi” (1603) tabloları örneğin. Ya da Bethlehem kentinin zengin ve güzel dulu Yehudit’in, hizmetçisinin de yardımıyla, kenti kuşatan Babil Kralı Nebukadnezar’ın başını kesmesini gösteren tablo. Bunu 17. yüzyıl başında dönemin güzde ressamlarından Orazio Gentileschi’nin kızı Artemisia Gentileschi yapmıştı. Üstelik birden çok kez resmetmişti aynı hikayeyi, çünkü  bu konuya sardırmadan önce tecavüze uğradığı söyleniyordu ve tabloyu her yapışta yüzündeki keskin ifade biraz daha yumuşuyordu. Son yaptığı tablo Pitti Sarayı’ndaymış, onu görmedik. 

Yehudit ve Holofernes – Artemisia Gentileschi

Yorulmuştum, çişim gelmişti ve müzenin tuvaletine gitmem için dört-beş kat aşağıya inmem gerekiyordu. Malum çok eski binalar bunlar ancak en dipte, binanın ve şehrin bağırsaklarına doğru gidildiğinde, nehirle aynı hizaya varıldığında ulaşılabiliyor def-i hacet mekanına. Benim oralara varma şansım olmadı. Daha ikinci katın sahanlığından başlıyordu tuvalet kuyruğu ve yalan olmasın ama sabah giriştekinden çok daha uzunmuş gibi geldi bana. 

Bunun üzerine Sibel’i de ikna ettim ve canımızı müzeden dışarı attık. Tabii ki bir kahveye doğru. Çünkü İtalya’da genel tuvalet diye bir kavram yok. Mecbur bir kahveye gireceksiniz, girmişken bir kahve içeceksiniz ve çıktıktan bir süre sonra, yeniden… Roma’da, herkesin yan yana ve ulu orta, herhangi bir bölüntüsü olmayan tuvaletlerde oturup, bir yandan dışkılarken bir yandan dedikodu, siyaset ve felsefe yaptığı bilinen bir şeydir. Onun torunu olduğunu iddia edenlerin, tuvalet konusundaki bu ketumluklarını anlamak için bence tek çare psikanaliz olabilir. 

Çıkışta Boboli Bahçeleri’ni gezeriz, diye umuyorduk. Yorgun olmamıza rağmen kısa bir tur atabilirdik de, ama hava yeniden soğumuş ve hiç de azımsanmayacak bir yağmur başlamıştı. 

Yanıtla