9 Mart 2016


Villa Salatini’den  on buçukta ayrıldık. Bolonya yoluna çıkınca sonsuz tünellere daldık yine. Arada açık havaya çıktığımız nadir zamanlarda gittiğimiz yöndeki tepelerin üzerinde kar olduğu görülüyordu. On kilometrelik bir tünelden sonra yoğun kar yağışının içinde bulduk kendimizi. Bir gece önce Best Western City Otel’de iki gecelik yer ayırtmıştık internetten. Oraya varmak için en doğru çıkışı bulmaya çalışıyorduk ve kolayca tahmin edebileceği gibi,  yine yanlış yola saptık neyse ki gündüzdü. Üstelik başka türlü asla göremeyeceğimiz kentin çeper mahallelerine düşmüştük. Sanayi mahallesini geçtik ve bir süre şehrin dışına doğru yol aldık. Havaalanına yakın bir noktadan, tekrar kente giden ana yola girmeyi başardık. Geniş çayırlık alanlar, tek katlı devasa eski yapılar. Ağır çekim bir filmin içindeymişçesine yağmuru ve etrafı seyrederek usul usul sokulduk kente. Sanırım bu girişin de etkisiyle, şehri görür görmez sevdim. Floransa’nın o insan yiyen karmaşasından sonra, durmuş oturmuş bir kuzeyli havası hemen kendini hissettiriyordu. Daha öncede çok söylenmiştir, coğrafi bir sınır burası. 

Arabayı otelin garajına bıraktık. Resepsiyonda sizin için her şeyi çok kolay hale getiren muazzam bir kadın çalışıyordu. Girişimizi yaptı, haritaları verdi, şehirde neyi, nerede bulacağımızı anlattı. Bıraksak kenti de gezdirecekti harita üzerinde ama acelemiz vardı, İsmail ile Eray bugün öğleden sonra uçağıyla İstanbul’a dönüyorlardı. Gitmeden Bolonya’yı hiç değilse şöyle bir göreceklerdi. Bavullarımızı odaya atıp, sokağa fırladık. 

Bolonya. Eski kentin görkemli girişi

Merkeze doğru yürüdük. Tren yolunun üzerinden geçen köprüye varmamız taş çatlasın on dakika sürmüştü. Burası eski kentin hemen kıyısıydı  ve görebildiğimiz bütün dükkanlar yabancılara aitti. Çinliler, Afrikalılar, Latin Amerikalılar ve döner kebaplarıyla Türkler elbette. Çok fazla insan yoktu ortalıkta. Olanların hemen hepsi de farlı farklı milletlerden gençlerdi. Anlaşılır bir şey tabii, burası görece ucuz bir semt ve Bolonya dünyada üniversitenin kurulduğu ilk şehir. Yanlış hatırlamıyorsam 12. yüzyılda kurulmuş. Geniş bir tren  yolu köprüsünden geçtik ve tam karşımızda Ortaçağ kentinin görkemli kapısını bulduk. Sonrası ta Maggiore (Büyük) Meydanı’na kadar uzanan Via dell’indipendenza caddesiydi. Fevkalade korunmuş ve çoğu mağaza olan eski binalarla dolu caddenin iki yanı da revaklıydı. Gök delinse, şemsiyeye ihtiyaç duymadan, elinizi kolunuzu sallayarak dolaşabileceğiniz bir şehir. Hemen her yerde Ortaçağ ikonalarında kullanılan renkler hakimdi: Tuğla kırmızısı, bordo, kızıl, pembe, sarı. Lokantalar, pastaneler eski ve yeni markaların bir arada olduğu dükkanlar, kitapçılar, resim malzemesi satanlar. Hangi birine baksak diye şaşırmış yürürken, ileride iki devasa kule gördük. Onlar da 12. yüzyıldan kalmaydı. Asinelli ile neredeyse onun iki misli yüksekliğindeki Garisenda. Onları görünce aklıma geldi, eski varsılların saklanmak ve savunmak için inşa ettiği bu kuleler olmasa, Calvino yine de “Ağaca Tüneyen Baron”u yazabilir miydi?

Bolonya mimarisi ve renkleri

Sonunda meydana vardık. İnsanlar gündelik hay huy içinde geziniyorlardı. Birlikler halindeki turistlerden eser yoktu. Çeşme’ye baktık, o muazzam büyüklükteki kiliseye elbette. Ama vakit dardı. Derken fazlasıyla insanın girip çıktığı bir ara sokak dikkatimizi çekti, oraya saptık ve “Charlie’nin Çikolata Fabrikası”na düşmüş çocuklar gibi olduk. Hele o şarküteriler. Ama zaten Bolonya ezelden beri salam ve sucuklarıyla ünlüdür. Hangi dükkandan içeri girsek tavanda asılı kurutulmuş etler, salamlar, domuz pastırmaları başımızın üzerinde kümülüsler oluşturuyorlardı ve bu güzellikleri, hemen oracıkta şarap eşliğinde tüketmek mümkündü. Oysa yetişilecek uçak vardı. Mecburen self servis bir lokantada, birer bardak kırmızı şarap eşliğinde vasat şeyler atıştırarak mevzuyu kapattık. 

Aynı caddeden döndük geriye. Geldiğimiz cadde değildi tabii artık. Hem biraz daha aşinaydık, hem de dokuz gündür birlikte sürdürdüğümüz yolun sonuna gelmiştik. Fazla konuşmadan geçildi bu son etap. Eski şehrin kapısından çıkınca sola saptık. Biraz ilerideki otobüs duraklarının oradan kalkan havalanı otobüsüne bindirdik arkadaşlarımızı.

Otobüs hareket ettikten sonra, birden çöktü yorgunluk. Otele, neredeyse ayaklarımızı sürüyerek vardık. Niyetimiz bir iki saat dinlenmek ve şehre dönmekti. Eşyalar yerleşti, banyo yapıldı, yatağa uzanıldı, tabletler açıldı. Kararımızda bir değişiklik yoktu. Planımıza göre Bolonya’da iki gün kalacak ve buradan Verona’ya geçecektik. Yatakta uzanmış yatarken bunu konuşuyorduk. Yeniden arabaya mı binecektik? Çok uzak değildi, gerçi. Ama biraz saçma değil miydi, orası ters istikametteydi ve sonra tekrar aynı yolu dönüp, Zürih’e doğru devam edecektik. Şehir güzeldi, otel odası da öyle. Arabaya binmeden bir dört gün geçirmek daha iyi olmaz mıydı? 

Sibel resepsiyonu aradı. Oda boştu ve biz de rezervasyonumuzu iki gün daha uzattık. 

Eni konu rahatlamıştık. Fazladan iki günümüz vardı ve koşuşturmanın manası yoktu. Kendimizi böyle ikna ettik. Nihayet yorgunlukla mücadele etmememiz gereken noktaya varmıştık. Hiç kımıldaman, tıpkı bir axolotl gibi. 

Yanıtla