Otelden çıkınca köşedeki bir pastanede bir şeyler atıştırdık. Buralar işçi semti olsa gerek. Pazartesi sabahı ortalık epey hareketliydi. Daha sonra 2 numaralı tramvaya binerek tekrar merkezin yolunu tuttuk. John A. Tobler’in şehrin en gösterişli caddelerinden olan Bahnhofstrasse’ye yerleştirdiği ve kısa zamanda turistik bir atraksiyona dönüşmüş olan demirden gergedan heykelinin olduğu durakta inip, vitraylarını Chagall’ın yaptığı Fraumünster Kilisesi’ne gittik. Yazık ki kapalıydı. Bunun üzerine dün akşam saati gezdiğimiz eski kentin ara sokaklarında dolaştık biraz. Kitapçılar ve galerilerin olduğu bir sokaktan geçtik. Vitrindeki resim ve gravürlerin arasında Max Frisch’in ve Passolini’yle annesinin siyah-beyaz fotoğrafları da vardı. Ne yazık ki dükkan henüz açılmamıştı. Yoksa Bolonya’daki o sergiden sonra, Pasolini fotoğrafını kaçırmazdım.
Sonunda Zürih’in en büyük kilisesi olan Grossmünster’in, 1950’de Otto Münch tarafından yapılan ve İncil’den sahnelerle bezeli bronz kapısına dayandık. İçeriden bir rahibe çıktı ve kuledeki saati gösterdi. Kilisenin önündeki alanda, öğretmenleri tarafından getirilmiş ilkokul çocukları vardı, taş zemine yayılmış, ayaza zerre yüz vermeden resim yaparak, saatin onu çalmasını bekliyorlardı.
Olağanüstü sadelikte bir protestan kilisesi. Mimber, vaftiz kurnası ve bir masa. Hepsi bundan ibaret. Bu etkileyici boşluğun içinde, Giacometti’nin 1933’te yaptığı, sunağın hemen arkasında yer alan üç vitray cam, bütün ihtişamıyla parlıyordu. Dinin sekülerleşmesi nedir diye sorana Grossmünster kilisesini gösterebilirsiniz. Başka söze gerek kalmaz. Yan pencerelerdeki vitraylar da nefisti ve Alman ressam Sigmar Polke imzasını taşıyorlardı.
Geri dönüp, saat tam 12’de otelden ayrılmayı başardık. Şehirden çıktıktan sonra Konstanz Gölü’nün kenarından gidiyor yol. Göl dört ülkenin doğal sınırı: Avusturya, Almanya, İsviçre ve Lichtenstein. Adını 15. yüzyılda kurulan Konstanz Konsülü’ne borçlu. Bu ad da İstanbul’u kuran I. Konstantin’in babasına dayanıyormuş. Almanlar ve daha bir çok millet ise burayı Bodensee adıyla biliyor. İki parçalı bir göl Konstanz. Küçük bölümü Untersee, büyük bölümü ise Obersee. Gölün güneyinden giderseniz uzun süre İsviçre topraklarında devam ediyor, arada Lichtenstein’a girip çıkıyor ve oradan Almanya’ya ulaşıyorsunuz. Biz kuzeydeki rotayı tercih ettik ve bir anda kendimizi Almanya sınırından geçerken bulduk. Sınırlar kaldırılmış elbette ama terör hikayesinden sonra, eski sınırın olduğu yere askerler dikilmiş, pür dikkat geçen araçların içindekilere bakıyorlar. Frene basmadan geçtik. İşte, birçok göçmenin ayak basmayı hayal ettiği “kutsal topraklar”a varmıştık.
Kutsal topraklar diye gırgır geçiyordum ama biraz daha ilerleyip o üzüm bağlarının zerafetini görünce, inip toprağı öpesim geldi. Asma çubuklarının hepsi bir Alman intizamıyla jilet gibi bağlanmışlardı, üzerlerine gölgelik örtüleri çekilmişti ve yerde bir çöp tanesi bile yoktu. Kaldı ki ortada çalışan insanlar da görünmüyordu. Hangi ara yapıyorlardı bunca işi ve nasıl bu kadar temiz olabiliyordu. Tek şeritli gidiş-geliş yolda, tırlarla filan bir saate yakın gittik. Bir tane falso olmaz mı? Alman milleti benim için daima muamma olmayı sürdürecek belli ki.
Derken güneşli bir otoyola vardık. Doludizgin Münih’teki apart otelimize doğru uçtuk. Otel kentin biraz dışındaydı. Mutfağı da olan büyük bir daire. Önünde camla kaplı kocaman bir balkon-teras. Oda doğrudan iki kuleli bir kilisenin kocaman arka bahçesine bakıyordu. Kuş sesleri ve ortalıkta fink atan sincaplarla doluydu bahçe. Onun dışında müthiş bir sessizlik. Hava 16 dereceyi gösteriyordu. Derhal bir market bulup peynirler, domuz salamları, siyah Alman ekmeği, biralar ve Riesling şarap aldık. Balkona kurulduk önce. Güneş batınca içeriye çekildik. İnternetten haberlere baktık. Çıralı’dan Gregor diye bir Münihli arkadaşımız vardır. Onun numarasını almayı unutmuşum. Bir ortak arkadaşımızı arayıp, Gregor’un numarasını bilen Diana’ya ulaşabilir mi, diye haber bıraktık. Sonra yakın çevreyi turlamaya çıktık. Hemen köşede güzel bir kneipe (pub) vardı. Karşısında bir İtalyan lokantası ve onun biraz ilerisinde de geleneksel bir Bavyera birahanesi. Tabii ki bu sonuncuya girdik. Yarıya kadarı ahşap döşenmiş, odalardan, odalardan oluşan ve sonsuzmuş izlenimi veren bir yer. Hafta başı olduğu için sakindi. Belki elli kişinin oturabileceği kocaman bir odaya çöktük. Şnitzel, lahana salatası ve Weissbier sipariş ettik. Servisi tam da buraya yakışır bir şekilde, yerel giysili devanası bir Alman kadın yapıyordu.
Bazı sabahlar Çıralı’da sabah ekmek almak için bakkala gittiğimde, Gregor’u bakkalın kapısında oturmuş, bira içerken bulur ve “Bu ne?” diye sorardım. Bu saatte içilir mi manasına? Daima gülerek, “Ekmek bu, ekmek” derdi. Münih’in beyaz birasını içince söylediğine hak verdim. Bakalım telefonuna ulaşıp, görüşebilecek miyiz?