Sabah erken kalktık. Sibel “Der Blaue Reiter” akımının daimi sergisinin olduğu Lenbachhaus galerisine gitti. 30 yaşından sonra ressam olmaya karar veren ve Bavyera’ya gelen Rus Wassily Kandinsky’nin 1. Dünya Savaşı’nda ölen Alman ressam Franz Marc ile birlikte kurduğu bir gruptu bu. Bir manifesto yayımlamışlar ve 1911’de ilk sergilerini açmışlardı. Rus ve Almanların karışık olarak bir arada oldukları ekip varlığını ancak 1914 yılına kadar sürdürebilmişti. İsimlerini, Kandinsky’nin 1903 yılında yaptığı bir tablodan almışlardı. Entelektüel ve spritüel ekibin içinde ressamların sevgilileri filan da varmış anlaşıldığı kadarıyla ve onlardan biri yıllar sonra elindeki koleksiyonu bağışlayarak galerinin kurulmasına ön ayak olmuş. Sibel, özellikle Kandinsky’nin işlerinden hayal kırıklığına uğramış olarak döndü.
Ben Hauptbahnhof civarına gittim. İş Bankası’na uğradım. İstanbul’daki merkez şubede, yurtdışındaki İş Bankası şubelerinden para çekebileceğim söylenmişti. Ama bu ikinci gelişimde ATM yine bozuktu. Ben de içeriden para çekmek istedim. Gişedeki memur 25 avro masrafı olduğunu söyledi. “Kendi bankamdan kendi paramı çekiyorum,” dedim. Fark etmezmiş. Vazgeçtim.
Banka şubesi Goethe sokağındaydı. Yoksa Goethe’nin kemiklerini sızlatan sokakta mı demeliyim? Bell ki Bavyeralıların da gözdesi değil Goethe. Türkler tarafından işgal edilmiş bir yerden söz ediyorum. Tam ortasında, bizim Sirkeci otellerini andıran -burası da gara yakın- bir Goethe Oteli bile var. Goethe’nin O’su Türk bayrağıyla yazılmış. Bina giriş kapısının üzerinde, kaymakamlık binasını andırır şekilde sokağa uzanan direklerde dalgalanan Türk bayrakları. Hemen birkaç adım ötesinde önü manav, içerisi şarküteri bir dükkan var, üzerinde kocaman “Çavuşoğlu – Gazi Helal Gıda” yazıyor. Çember sakallı, şalvarlı kimi adamlar mal boşaltıyorlar. Karşı çaprazında Türklerin işlettiği bir Sex Shop var. İkisi kucak kucağa neredeyse, belki orayı işletenler de “helal gıda”cıların amca oğullarıdır.
Münih Merkez Tren Garı’nın tam önünde, kocaman bir müzayede evi var. Oraya girip etrafa bakabilir miyim, dedim. Masanın arkasındaki adam terslendi ve ne istediğimi sordu. Türkiye ve Lübnan ile ilgili kartpostal aradığımı söyledim. Bir sandalyeye buyur etti, sonra elinde iki ahşap kutuyla gelip karşıma oturdu. Büyük bir müzayedeyi yeni tamamlamışlar. O yüzden ellerinde çok az kart kalmış. Üç tane Fruchtermann’ı kenara ayırdım. Bu arada bilgilerimi aldı, kaydımı yaptı ve elime son müzayedenin tuğla gibi kataloğunu tutuşturdu. Rahat 700 sayfa vardı katalog ve şöyle bir göz atınca anlaşılıyordu ki kartları binlik, iki binlik lotlar halinde satıyorlardı.
Münih Merkez Tren Garı’nın içine girdim sonra. Bayılırım merkez garlara. Burası gördüklerimin en iyilerinden biriydi. Mimariden değil, insan çeşitliliğinden söz ediyorum. Ortalıkta yolculukla ilgilisi olmayan o kadar çok insan vardı ki. Bir insan müzesi. Geceden kalma, bir köşede uyuklayan evsizler, dolandıracak adam arayan üçkağıtçılar, orospular, ayaküstü bir şeyler satmaya çalışanlar, ellerinde bira şişesi bir köşede dikilmiş gelip geçenleri seyredenler, torbacılar, okulu kırmış gençler… Çok sayıda gurbetçi vardı içlerinde. Sadece Türkler değil, Yunanlılar, Yugoslavlar, Arnavutlar… Çoğu sadece orada takılmaktan zevk alıyorlardı. Şehirde kendilerini en az yabancı hissettikleri yerdi burasıydı belki de ve gelip giden trenler birilerini getirebilir ya da onları memleketlerine geri götürebilirdi. Bu ihtimalin canlı kaldığı yerdi gar.
Otele döndüm. Sibel geldi. On ikiyi biraz geçe yaklaşık 600 kilometrelik bir otoban yolculuğu için Berlin’e doğru hareket ettik. Ortalama 150-160’la gidiyorduk ve neredeyse bizi sollamayan araba kalmadı. Bir depo benzinle yola çıkmıştık ve normal şartlarda bunun rahatça 500 kilometre götürmesi gerekiyordu. Ama sürekli yüksek hız benzimizi inanılmaz bir hızla tüketmişti ve ben bunu fark ettiğimde epey geç olmuştu. Süratimizi 100 km’ye sabitleyip bir benzici için dua etmeye başladık ve benzinimizin bitmesine yaklaşık 10 km. kala bir tane yakaladık.
Çıralı’dan bir ortak arkadaşımız aracılığıyla, Berlin’de çok uygun fiyata, on gün kalacağımız bir ev ayarlamıştık. Ev Berlin’in güneybatısında, Wilmersdorf bölgesindeydi ve otobandan çıkışı oldukça kolay görünüyordu. Ama anahtarı almamız için önce Kreuzberg’deki bir başka eve gitmemiz lazımdı. Akşam saati arabayla Kreuzberg trafiğine girmek yıkıcı olacağı için, kalacağımız evin sokağına gidip arabayı park ettik. Sonra Rüdesheimer Platz’daki U-Bahn (metro) girişinden kendimize haftalık birer kart çıkartıp, Kreuzberg’e doğru yola koyulduk. Şöyle bir hesaplayınca en son 29 yıl önce, 1987’de binmişim bu sarı trenlere. Vagonlar küçülmüş gibi geldi bana. Işıklar solgundu ve camlara da tül efekti yaratan çıkartmalar yapıştırılmıştı. Altı durak gittikten sonra Wittenbergplatz’dan aktarma yaparak Türk kolonisinin kalbi Kottbusser Tor’a devam ettik. Bu arada bir-iki tren kaçırdık, çünkü ben eskiden kalma bilgimle hattın son durağı olan Schlesisches Tor yazılı treni bekliyordum. Berlin Duvarı’nın çoktan yıkılmış olduğu, o zaman dank etti. Son bir aktarmayla Schönleinstrasse’ye vardık. İki aktarmaya rağmen buraya varmamız yarım saat sürmüştü. Sokağı ve apartmanı bulmamız da bir on dakikamızı aldı. Zili çaldık. Çok iyi bildiğim 20. yüzyıl başından kalma o eski Berlin apartmanlarıydı bunlar. Beş kat tırmandık. Açık kapının önünde altı-yedi yaşlarında incecik bir kız, meraklı bakışlarla bizi süzüyordu. Sonra kucağında iki yaşlarında başka bir kızla anneleri Melanie geldi. Caz piyanisti olan kocası, üç günlüğüne turneye çıkmıştı. Genç kadın da iki çocukla bu delikte… Kreuzberg’de annem ve kız kardeşimle geçirdiğimiz çocukluk yılları geldi aklıma.
Anahtarı alıp tekrar açık havaya döndüğümüzde derin bir nefes aldım. Bir anı yağmuru altında sessizleşmiştim. Sibel’e daha fazla bir şey söylemek istemiyordum, şehre geldiğimizden beri eskinin hayaletleriyle kafasını ütüleyip durmuştum. Kottbusser Tor’a doğru yürüdük. Bir iki Yunan tavernasını geçtik. Adelbertstrasse boydan boya bar, bakkal ve lokantalarla dolmuştu. Her yer ya doğrudan Türk mutfağıydı (Hasır, İstanbul vs.) ya da Türkler tarafından işletiliyordu. Kabaca bir hesapla, bir zamanlar Gastarbeiter olarak gelip sefilleri oynadıkları kentin eski merkezini 45 sene içinde ele geçirmişlerdi.
Hasır restoranda oturduk. İçeride Türk tiplerle birlikte -ki istanbul’da bile o kadar bağıra çığıra konuşan Türk’ü bir arada zor görüsünüz- kebap yemeğe gelmiş epey bir Alman nüfus da vardı. Cam dibinde küçük bir masaya sığıştık. Garsonla Türkçe konuştuk. Artık oralı bir Türk olmadığımız açıkça anlaşılıyordu. Çünkü onlar kendi aralarında daha kısa ve kesik vurguları olan yeni bir dil geliştirmişlerdi. Rakıyı özlemişiz. Adana kebaplar iyiydi. Gavur dağı idare ederdi. Beyaz peynir ve haydari ise tamamen alakasız başka şeylerdi.
Rüdesheimer Platz’a çıktığımızda, ortalıkta köpeğini gezdirmeye çıkmış bir kızdan başka kimse yoktu. Alman akşamları böyledir ama. Arabayı, kalacağımız evin daha yakınına çekip eşyalaramızı indirdik. Ev değil bir saraydı. 5 metre tavanlar, kocaman giriş, üç yatak odası, birbirine açılan iki odanın birleşmesiyle oluşmuş hangar gibi salon, iki tuvalet, kapısından bahçeye inilen mutfak ve üstüne kiler. Her yer fotoğraflar, afişler ve tablolarla doluydu. Bir cennete düştüğümüz kesindi ama tam manasıyla idrak etmekten uzaktık henüz. Hatta bir ara Wi-fi şifresini bulamayıp mızıldandığımızı bile hatırlıyorum.