19 Mart 2016

G. Freytag’ın Dünya Atlas’ından

Birine bir şey sorduğunuzda, bilet gişesine geldiğinizde, bir kahvede ya da barda, ya da sokakta sosisli sandviç alırken tezgahın arkasında bir Alman varsa, vay halinize. Hele de yaşı ellinin üzerindeyse. Ciddi, gergin, bağırıp çağırmaya ya da anlamazlıktan gelmeye çok meyyal tipler. Zaman zaman sıkıcı, çoğunlukla gülünç bir durum. Burası kocaman, uluslararası bir şehir, hele de duvar yıkıldıktan sonra. Ama sanki bunu bir yaşın üstündeki Almanlara söylemeyi unutmuşlar gibi. İmparatorluk hayalleriyle dolu o geçmiş bakiyenin bir türlü kapatılamaması mı buna sebep? Dünyanın kralı olacaktık, şimdi burada sosisli sandviç satıyorum, gibi bir şey mi acaba diye düşünüyor insan. Tekil örnekler olabilir elbette ama geneli açıklamaktan uzak. Belki o kuşağın İkinci Dünya Savaşı sonrasının korkunç koşullarında doğup büyümüş olmalarıdır sebep. Almanya’da hayat çok uzun yıllar boyunca bir enkazı kaldırmaktan ibaretti. Sokaklar savaşta uzuvlarını kaybetmiş insanlar, akıllarını kaybetmiş insanlar ve savaş suçlularıyla doluydu. Bütün bunlar kötü zamanlara denk gelmiş bir hayatın öfkesini andırıyor sanki. Kimden çıkartılabileceği bilinmeyen bir hıncın dışavurumu. 

Kahvaltıdan sonra Moritz Platz’a gittik. İnternette orada küçük bir bit pazarı kurulduğu yazıyordu. Kaldı ki bu tarihi meydan, annemin son evinin de olduğu ve benim epey zaman geçirdiğim bir yerdi. Böylece bir taşla iki kuş vurmayı hesap etmiştim. Pazar bilgisi tamamen eskiymiş. Biz sükutu hayale uğramış, boş arsaya bakarken, elindeki tekerlekli bavulu sürükleyerek altmışının üzerinde, emekli denizciyi andıran bir Alman, elindeki tekerlekli bavulu çekerek geldi ve düzgün İngilizceyle lafa başladı. Konuşmayı seviyordu belli ki ve çekiştirip durduğu o bavulla bir yere yetişme telaşı da yoktu. Pazarın eski halinden, ne zamandır kurulmadığından bahsetti. Çevrenin nasıl değişmekte olduğunu anlattı. Özellikle duvarın yıkılmasından sonra yaşanan değişikleri… Düpedüz esir alınmış, yolun ortasında dikiliyorduk. Biraz kıpırdanınca Check Point Charlie’ye gitmemizi önerdi. Burası Berlin’de çekilen bütün casus filmlerinin kilit noktasıdır. Doğu ile Batı arasındaki en önemli geçiş noktası. Tabii öncelikle “Soğuktan Gelen Casus” filmi geldi aklıma. Orayı biliyoruz, dedim. Bunun üzerine bit pazarının hafta sonları 17. Juni Strasse’de kurulduğunu söyledi. Eskiden o da gidermiş ama artık gitmiyormuş. Daha böyle bir sürü ıvır zıvır hikaye. O anlattıkça ben giderek elindeki bavulda ne olduğunu merak etmeye başlamıştım. Adam düpedüz Coen Biraderler’in filmlerinden fırlamış gibiydi. Sonunda nefeslendiği bir anda veda edip ayrılmayı denedik. Biz teşekkür etmiş uzaklaşırken, hala arkamızdan seslenerek kimi tavsiyelerde bulunuyordu. 

Duvar yıkıldıktan sonra çevre epey değişmiş. Kocaman park alanları açılmış. Böyle bir parkın içinde hangar gibi bir alanda bir Türk barı vardı. Nişan düğün törenleri için de kiralanabiliyormuş. Kapıda saz çalan adam fotoğrafları asılıydı. Onun biraz ilerisinde “Café Sabah” yer alıyordu. Doğum günü törenleri de düzenlenen, en kötüsünden bir nargile kahvehanesi. Aileler için özel bölümü de varmış. Caddenin karşısına attık canımızı ve uzağından geçtik. 

Meydandan sağa sapıp, artık varolmayan duvarın izini takip ederek yürümeyi sürdürdük. Aradaki geçiş hissedilmesin diye duvarın kaldırıldığı yere park yapmışlar. İnce uzun bir park. Ama iki taraftaki toplu konutlar birbirinden öylesine farklı iki dünyayı işaret ediyorlar ki, park daha çok bir yara bandını andırıyor. Belki bir yirmi-otuz yıl sonra biraz daha yerine oturacaktır. 

Berlin, yürümek için dünyanın en kötü şehridir dersek abartmış olmayız. Ara sokaklar bile ana caddeler gibi yapılmıştır ve kendinizi sürekli kaybolmuş gibi hissedersiniz. Buna bir de Alman sokaklarının ıssızlığını ekleyin. Bir tür kent çölü tarif et deseler, ilk bakılacak yerdir Berlin. 

Nihayet bir caddeye vardığımızda ilk gördüğümüz kahveden içeri girdik. İçi dışı siyah bir mekan. Masalar sandalyeler, duvarlar, bar… Belli ki çok tiki bir yer. Çay içip soluklandık. Sonra bit pazarına ulaşmak için, yakındaki U-Bahn ile Kudam’a geldik. İkinci Dünya Savaşı’nda bombalandığı haliyle bırakılan Gedachtnis Kilisesi’nin etrafında turladık biraz. Sonradan eklenen camlı binanın içine girip oturduk. İçeride bir renk ve ışık şöleni vardı. Huşu içinde seyrettik. Bir de o grotesk İsa figürü olmasaymış.

“Der Himmel Über Berlin”

Sonra tekrar U-Bahn ile Hansa Platz durağına geldik ve burada inip, kentin en önemli simgelerinden Siegessaule’ye (Zafer Sütunu) doğru yürüdük.  1864 yılında  İkinci Schleswig Savaşı’ndaki Prusya zaferi için tasarlanmış ama açılışı 1873 yılını bulmuş. Hazır anıt yapmışken bu arada Prusya’nın kazandığı Prusya-Avusturya (1866) ve Prusya-Fransa (1870-71) zaferleri de katılmış işin içine. Yani üçü bir arada. Tepesindeki 35 tonluk altın heykel dolayısıyla Berlinliler burayı “Altın Else” ismiyle anıyorlar. 70’lerde gurbetçiler, Türkiye’den gelen misafirlerine şehrin güzelliklerini göstermek istediklerinde mutlaka buraya getirir ve “Altın Heykel” diye takdim ederlerdi. Meğer İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kentin yönetiminde söz sahibi olan üç devletten biri olan Fransa, 1870’in intikamını alarak heykeli yıktırmak istemiş. Amerikalılar ve İngilizler mani olmuşlar. Milliyetçiliğin ne kadar akıllara ziyan bir şey olduğunun tipik örneği. Benim için ise uzun zamandır Wenders’in “Der Himmel Über Berlin” (Berlin Üzerinde Gökyüzü-1987) filminde, Bruno Ganz’ın oynadığı meleğin ikametgahı. Peter Handke’in filmde tekrarlanan unutulmaz şiiri “Als das Kind, Kind War” da (Çocuk Çocukken) oracıktaydı:

“Çocuk henüz çocukken şu sorulara sıra gelmişti.

Neden ben benim de sen değilim,

Neden buradayım da orada değilim,

Zaman ne zaman başladı ve uzay nerede bitiyor?

Güneşin altındaki yaşam sadece bir rüya mı?”

Alanın çevresi ormanlıktır ve ortada anıtın olduğu dairesel meydan, her biri sonsuz uzunlukta ve boşluktaki beş büyük bulvara açılır. Biz Brandenburg Kapısı istikametine yürüdük. Ufukta görkemli kapı görünüyordu ama epey gitmemize rağmen bit pazarına benzer bir şey yoktu ortada. Bisikletli bir çekçekçi çıktı karşımıza. Sanki Çin’deyiz. Ona sorduk. Türk çıktı tabii. Ters istikamette yürüdüğümüzü söyledi ve götürmeyi önerdi. 10 avro karşılığında. Teşekkür edip geriye döndük, bir kez daha Altın Heykel’in ve katana gibi atların üzerine yerleşmiş Alman büyüklerinin heykellerinin arasından geçerek, nihayet pazar yerine ulaştık. Birçok tezgah toplanmaya başlamıştı bile. Gerçi yarın yine kuruluyormuş. Düzenli bir yer, kaliteli getiriyorlar ve birçok tezgah Türklere ait. 19. yüzyıl baskısı bir Kiepert atlasıyla, birkaç plak da aldım sonuçta. Pazar yerini seyrederken, açık havada bonfrit, kızarmış sosis yiyip, bira takıldık. Arada bir yağmur atıştırsa da genel olarak güzel bir hava vardı. 

Sonra aheste beste evimize döndük. Berlin’de dışarda yemek pek cazip değil. Buna karşılık evde şahane şarküteri ürünlerimiz, meyvelerimiz, peynirlerimiz, şarap ve biralarımız ve muazzam bahçesi olan mutfağımız var. İnsan daha ne ister ki!

Yanıtla