22 Mart 2016

Sabah 6.30 gibi kalktım. Salya sümük mutfak masasında oturup mucizevi otlar ve baharatların karışımı Kuemmerling bitki liköründen içerek, mucizenin gerçekleşmesini bekliyorum. 

Sabah pusunda, baktığım camdan kilisenin kulesi gözüküyor ama arada duyulan çan sesi olmasa, bunun bir kilise kulesi olduğu söylenemez. Gün aydınlandıkça kuleyle mutfak arasında kalan boşlukta, dün gördüğüm kimi bahçecikler görüş alanıma giriyor. Kuş cıvıltılarının arasında, sabahın bu saatinde bir görünüp bir yiten hayaletler geziniyor içlerinde. 

İnsan hastalandığında çocuklaşıyor. Bu bir şımarma arzusuyla kendini gösterdiği kadar (bir anneanne özlemi), ölümle yeniden hasbıhale oturmakla da ilgili, büyüdükçe sıklıkla sohbet etmeyi unuttuğumuz şu ölümle. Akşam Benjamin’in “Moskova Günlükleri”ne başlamıştım. Yanımda getirdiğim kitaplardan biri diğeri de “Bin Dokuz Yüzlerin Başında Berlin’de Çocukluk”. İhsan Bilgin, yanlış izlenim doğurduğu için bu adlandırmaya karşı çıkmış ve doğrusunun “Bin Dokuz Yüzlerin Başında Berlin Çocukluğu” olması gerektiğini yazmıştı, haklı olarak. Günlük’ten sıkıldığımda, bir süre yatakta dönüp durup, sonra Çocukluğu’ndan bir bölüm okuyorum. 

Öğlen biraz toparlanır gibi oldum, Sibel Alexander Platz, Brandenburgtor, Berlin Katedrali’nin olduğu bölgeyi gezmeye gidecekti, ben de peşine takıldım. Wittenberg Platz istasyonunda U-Bahn’dan inip, yürüyerek Bayreuther Strasse’ye geçtik ve oradan ring seferi yapan, turistlerin de şehri görmek için sıklıkla kullandıkları 100 numaralı otobüse bindik. Geldiğimizde aldığımız kartlar meğer otobüslerde de geçiyormuş. Ara sokaklardan ilerleyen otobüs 11 durak gittikten sonra,  birden eskiden Doğu Berlin olan yerdeki ana caddeye çıktı, böylece ilk kez Brandenburg Kapısı’nın üzerindeki atların kıçını değil, başını görme şerefine nail oldum. 

Brandenburg Kapısı eski hali

İlk durakta indik. Geniş caddede yeni yeni oteller, kafeteryalar açılmış. Burası aynı zamanda bir Üniversite bölgesi, turistlerden ve öğrencilerden oluşan bir kalabalık var. Berlin Ketadrali (Dom) heybetli ama fazlasıyla eklektik bir yapı. İçinde arada konserler de veriliyormuş. Bergama Müzesi’nin önünden geçtik. Yazık ki kapalıydı; yeni bir bina yapılıyormuş ve ancak 2019’da yeniden ziyarete açılması planlanmış. Çevre çok sayıda başka büyük inşaat ve İstanbul’dan aşinası olduğumuz yeni zamanların alamet-i farikası dev vinçlerle doluydu. 

Unter den Linden caddesinde piyasa yaparken sonunda “Deutsches Historisches Museum”a (Alman Tarih Müzesi) tosladık. İçeri girip ne mene bir milletmiş bakalım dedik. Anlamak için doğru seçimmiş, Berlin’in kuruluşunun 750. yılı dolayısıyla devreye sokulmuş bir proje; çok yeni bir müzeden söz ediyoruz. Kuruluş amacını tanımlarken “Almanların ve Avrupalıların ortak tarihinin aydınlanması ve anlaşılması için” türünden hayli iddialı bir ifade kullanmışlar. Vurguda Almanlıkla, Avrupalılığın hal hamur edilmesi başlıbaşına ilginç, ama ben o sularda değildim. Meğer içinde yok yokmuş: “Gündelik Yaşam Kültürü”, “Eski Baskılar”, “Belgeler”, “Fotoğraflar… Böyle bir sürü bölüm arka arkaya sıralanıyor ama bütünü anlatmaktan epey uzak bir tanımlama. Tarihsel süreçte- diyelim 500 yıllık bir zaman zarfında-  tıbbi aletler, ev eşyaları, moda, oyuncaklar, madalyalar, kartpostallar, afişler, gazeteler, fotoğraflar, resimler, haritalar, el ilanları, propaganda malzemeleri, heykeller, askeri kıyafetler ve malzemeler, gravürler, cam işçilikleri, zırhlar, bayraklar… Toplamda bir milyonunun hayli üzerinde malzemenin yer aldığı bir müzeden söz ediyoruz. 

Tam yerine tezgah açmışız. Hastayım! Cürete bakın diyeceğim, ama değil. Düpedüz cahil cesareti. 

“Varolmayan Şövalye”

Daha girişte, büyük bir hata yaptığımı anladım, yine de zorlamaya devam ettim çünkü başlangıçta, oturarak izleyebileceğimiz 45 dakikalık bir Alman tarihi belgeseli vardı. Gerçi onu izlerken bile zaman zaman gelen ataklarla solucan gibi kıvranıyordum. Bir üst kata çıktığımızda, gerçekten iyi çalışılmış bir yığının önünde bulduk kendimizi. O halde bile dikkatimi çeken şey 20. yüzyıl kısmının, belki de Alman utancıyla paralel bir biçimde, çok baştan savma hazırlanmış olduğuydu. Ya da ben artık ne gördüğümün ayırdına varmadan dolaşıyordum. Sonra “Varolmayan Şövalye”nin ete kemiğe bürünmüş hali gibi duran o tuhaf atlıları, muhayyel zırhlıları görünce, kendimden korktum. Belli ki, dedim kendi kedime, bu noktada vücudum daha fazla zorlanamayacağını söylüyor. Biz her ne kadar tanımayı reddetsek de onun da bir dili var. Sibel’i bırakıp çıktım. 

Otobüs durağında beklerken ayakta sallanıyordum. Hakettin güzelim, diyordum içimden. Tarifede yazan otobüs bir türlü gelmiyordu. Bunu da haketmiş olamam, diye düşünüyordum. Berlin’de geçirdiğim onca yıl içinde, bir otobüsün şaştığına tanık olmamıştım, şimdi ise 15 dakikalık bir gecikme söz konusuydu. Sonunda eve varıp parasetamol alıp yatağa girmem, bir saati aştı. Yemekte, Sibel’e eşlik bile edemedim. 

17. yüzyıl doktor maskesi

Şimdi, beş yıl sonra yazarken ve fotoğraflara bakarken, tam da bir başka salgının ortasında hatırlıyorum ki, muazzam bir doktor maskesi vardı. 17. yüzyılda Almanya ve Avusturya’da doktorların havayla temasını süzmek için bu maskeleri kullanıyorlarmış. 

Hınzır zaman!

Yanıtla