Şaka gibi bir güne uyandık. Dün 16 dereceydi bugün kar yağıyor. Münih’ten sonra bir kez daha. Güzel tabii. Bari şehre tramvayla inip etrafımı görelim, diye düşündük. Otelin önünde epey bekledikten sonra, yazı-tura atar gibi gelen ilk tramvaya bindik. Tam ters istikamete, şehrin tepesine doğru tırmanmaya başladık. Kar altında tek katlı bahçeli evlerle, Sovyet blokları dudak dudağaydı. Son durak tepenin üzerinde bir meydandı ve uçuyordu. İnternetten ve duraktaki haritadan ders çalıştık, buradan şehir merkezine giden bir tramvay hattı yoktu. Otelin oraya döndük mecburen, metroya binip, bir aktarma yaparak, saat 12’ye vurmadan Eski Kent Meydanı’na ulaştık.
Hava yağmura çevirmişti ama rüzgar bütün hızıyla esmeyi sürdürüyordu ve meydan insan doluydu.
Rüzgardan kaçmak için hediyelik eşya dükkanlarına sığındık Bohemya kristalleri, el yapımı art nouveau hediyelik eşyalar, tahta oyuncaklar, kuklalar… Hepsi de harcı alem şeylerdi. Çanın çalmasına beş dakika kala geri döndüğümüzde saflar iyice sıklaşmıştı. Şemsiyeler de açık olduğu için saati görmek bir meseleydi. Neyse sonunda bir köşeye sığıştık. Tarihi; güneşin, ayın ve dünyanın döngülerini; gün doğumu ve batımını; Hıristiyanlığın kutsal günlerini gösteren efsanevi saatin 12 kez çalışını, 12 havarinin yuvalarından çıkışını ve tepedeki horozun ötmesiyle gösterinin sona erişini biz de izledik.
Prázsky Orloj (Prag Astronomik Saati), nesnenin güzelliği bir yana, mitolojisi ve sembolleriyle neredeyse insanlık tarihinin bir kesitini sunuyor. Hep olduğu gibi önce mitoloji. Çek Kralı IV. Wencelas, Orta Çağın ünlü saat ustası Hanus’a 1410 yılında yaptırmış bu saati. Saat o kadar büyük ün salmış ki, başka şehirlerin kralları da böyle bir saatleri olsun istemeye başlamışlar. Bunun üzerine Wencelas, Hanus Usta’nın gözlerine mil çektirterek onu kör etmiş ve dünyadaki en güzel saatin tek sahibi olmayı garanti altına almış. Kör Hanus Usta, kraldan intikamını saati bozarak almış ve bu kulede kendini asarak intihar etmiş. Uzun yıllar (elli diyen de var yüz diyen de) çalışmayan saat, halk arasında ezoterizmin simgesi olarak görülmeye başlamış. “Şeytanın Gözü” diye anılıyormuş. Bir süre sonra Hanus Usta’nın simyacılığa hizmet ettiği için kör edildiği eklenmiş hikayeye. Saat kötülüğün bekçisi olduğundan Çek toprakları ne zaman bir felakete uğrasa duruyormuş. Kötülüklerden sakınabilmek için ise yılbaşında, tam geceyarısı çanın üzerindeki iskelet başını ilk kez salladığında, yakınlardaki Tyn Kilisesi’nden fırlayan bir çocuk saat kulesine doğru koşmaya başlıyormuş. Eğer çocuk, iskelet başını sallamayı bitirmeden kuleye varırsa, halk o yıl gelebilecek felaketlerden kurtulduğuna inanıyormuş.
Güzel hikaye. Anakronizmden muzdarip, ama ne önemi var. Saati yapan aslında Kral IV. Wencelas’ın kişisel doktorluğunu da yapan matematik ve astronomi profesörü Mikulas Kadan’dı. Hanus Usta, artık ne kadar yıl sonraysa, bir ara durmuş olan saati tamir edip yeniden çalışmasını sağlayan kişiydi ve kral Wencelas tarafından kör edilmesi imkansızdı çünkü kral çoktan ölmüştü. Şeytan’a karşı Çek topraklarını korumak için koşan çocuğun çıktığı Tyn Kilisesi, saatin yapımından bir asır sonra açılmıştı. Zaten saatin etrafındaki heykeller arasında yer alan iskelet figürü de en erken 80 yıl sonra eklenmişti saate. Bütün bunlar şaşırtıcı mı peki? Elbette değil ne de olsa Prag Üniversitesi’nin rektörü, teolog ve Hıristiyanlığın ilk reformisti Jan Hus’un (1370-1415), Konstanz’da yakıldığı zamanlardan söz ediyoruz.
Bir de simgeler var. Üstteki dört heykelden ayna tutan adam kibiri, kese tutan Yahudi açgözlülüğü -haliyle!-, iskelet ölümü ve mandolin çalan Doğulu da zevk ve sefayı temsil ediyorlar. Alttaki dört heykelden ise teleskop tutan adam astronomiyi, kılıçlı baş melek Mikail adaleti, tüy tutan felsefeyi ve elinde kitap olan bilim ve eğitimi simgeliyor.
Duydunuz horozun sesini kısmından sonra, herkes gibi biz de dağıldık ve akşamdan dersimizi çalışmış olarak bizi kaleye ve dolayısıyla eski kente geçirecek olan Karlúv Most’a (Karl Köprüsü) doğru yola koyulduk. Yağmur sürdüğü için köprüde hiç oyalanmayıp, iki yanı hediyelik eşya dükkanları, kafeler ve lokantalarla dolu yokuştan tepeye tırmandık. Soluğumuz kesilmeye başladığında, dükkanların çekim gücü arttı. Önce ben bir Don Kişot kuklasının önünde uzun süre asılı kaldım. Sonra, çok daha özel işlerin sergilendiği bir başka dükkanda, Sibel kayboldu.
Biz dükkandaki Pilzen’li oğlanla laflıyorduk bu arada. İstanbul’dan geldiğimizi öğrenince Fenerbahçeyi mi yoksa Beşiktaş’ı mı tuttuğumu sordu? Fenerbahçe deyince, birkaç yıl önceki acı tecrübelerinden söz etti. Gerçekten iyi bir takımları vardı, düşük bütçeli ama takım oyununun ne demek olduğunu bilen, topu paylaşan bir takım. Turu şans eseri geçtiğimizi söyledim. Şampiyonlar Ligi ön elemesinde kaybetmiş takımının, futboluyla hatırlanması çok hoşuna gitti… Minik, çok minik kuklalar aldık.
Şehrin tepeden görünüşü muazzamdı. Baharlar tamamen çoşmuştu ve saat ikiye gelirken yokuş aşağı vurduğumuzda güneş de yüzünü yeniden göstermişti. Bu kez köprüyü geçmek hiç kolay olmadı. Her metre için nefsimizle savaşmamız gerekiyordu. Güneşin çıkmasıyla birlikte köprünün üstü satıcılarla dolmuştu ve tezgahlarda öyle güzel şeyler vardı ki! Satıcıların hiç bir şey yapması gerekmiyordu, kendiliğinden takılıyordunuz oltaya. Sibel benden biraz daha çok. Belli ki bu onun günüydü ve almayı sürdürüyordu. Bu kez köprüyü geçmemiz bir saati buldu. Ama aramızda hiç konuşmamış olsak da, buraya bir kez daha dönmemizin kaçınılmaz olduğunu biliyorduk.
Turistik alanın dışında yiyecek içeçek adam gibi bir yer bulmak için nehir kenarından yürüyerek köprüden epey uzaklaştık. Köşede eski, güzel, büyük bir pastane vardı. Ama ben bira-sosis peşindeydim. Aradığımızı biraz çaprazda bulduk. İçerisi loştu ve her yer ahşaptı: bar tezgahı, banklar ve masalar, duvarlar, merdivenler, yerler… Ama ne ahşap! Karanlıkta bile pırıl pırıl parlıyordu. Yerel insanlar oturmuş bira içiyorlardı. Izgara sosis ve bira sipariş ettik. Prag Aslanı, o güne dek içtiğim en iyi biraydı. Biranın şampanyası diye tanımlayabilirim ancak. Öyle lezzetli ve hafif. Almanya’da içtiğimiz Çek biralarından sonra bunu bekliyordum doğrusu. Ama yediğimiz üç parmak kalınlığındaki kızarmış sosislerin lezzetine ne demeli? Benimkiyle yetinmeyip, ikinci koca bardak bira eşliğinde Sibel’in yarısından fazlasını bıraktığı sosisi de afiyetle mideye indirdim. Safra kesesinde taş olan biri için hazmetmesi neredeyse imkansız bir toplam. Akşam yemeğini iptal etmekle kalmayıp, gece uykusunu da piç edecek cinsten. Ama daha o aşamada değildik. Tatmin olmuş bir biçimde lokantadan çıkıp, huzur içinde köprü alışverişine geri döndük. Gün ışığıyla yıkanan nehir ve şehir, 19. yüzyıl pastoral tablolarını andırıyordu.
Sibel daha önce gözüne kestirdiği malları toplamaya başladı. Genellikle böyle çalışır, çok beğense de bir şeyi hemen almaz, beklemeyi tercih eder. Bu bazen günleri, haftaları bulabilir. Burada süre mecburen bir yemek molası kadar kısaldı. Bu arada ben köprünün üzerinde aşağı yukarı gezinip manzarayı, heykelleri ve insanları seyrettim. Aborjin çalgısı Didgeridoo çalan genç adamı izledim bir süre. Sonra ileriden gelen swing nağmelerine doğru ilerledim; orta yaşın üstünde dört kişilik bir caz grubu müthiş eğleniyorlardı. Onların biraz ilerisinde, huşu içinde bir kadın laternanın kolunu çevirip duruyordu. Selfi çubuklarıyla dolaşan insan sayısı da şaşırtıcı boyutlardaydı. Makineli tüfekleriyle turlayan kadınlı-erkekli askerler vardı. İnsan onları görünce ister istemez, Karl Köprüsü’nde bir Prag bombacısının tesadüfi kurbanlarından biri olma ihtimalini tartmaya başlıyordu zihninde. En iyisi gidip Sibel’i bulmalı!
Altı gibi köprüden ayrıldık. Ara sokaklarda yürürken uzakdoğulu bir kızın işlettiği dükkandan, ben de bir şey alayım bari duygusuyla ufak bir şişe Absent aldım. Hayatımın ikinci Absent’iydi. İlkini yıllar önce, Barcelona hava alanındaki bir gümrük polisi, sırıtarak çöpe atmıştı.
Sonra Yahudi Meydanı’na kadar yuvarlandık. Güzel bir sahaf dükkanı bulduk. Yüzyıl başından, çok nefis siyah-beyaz desenler vardı. Pahalılardı. Acımızı hafifletmek için yandaki kafeye oturup dijestif bir şeyler içtik. Serge Reggianni ve Leonard Cohen çalıyordu.