2 Nisan 2016

Viyana çarkı

Boş ve ormanlık bir arazinin içinden geçerek 180 kilometre gittik. Bir sanayi şehrinden geçtikten sonra, Avusturya sınırına yaklaşırken, bahar bütün görkemiyle kendini gösterdi. Yemyeşil tarlalar, hepsi çiçeğe durmuş, göz alabildiğine meyve ağaçları. Sınıra yakın bir kaplıca yerleşkesi vardı. Eski günlerin hatırına ayakta duruyormuş gibi görünüyordu. Köhnemiş binalar ve sağa sola serpiştirilmiş kumarhane tabelaları… Sınırlar kalkmadan önce, hafta sonları kaçamak yapılan gözde yerlerdenmiş. Şimdi Tır şoförlerinin uğrak mekanı. 

Biraz daha gidince eski sınır binalarından arta kalanlar gözüktü. Arta kalan demek de yanlış, çünkü her şey olduğu gibi bırakılmış. Biraz makyajla kolayca geri dönülebilirmiş gibi. Yolun iki yanında Sovyetler Birliği döneminden kalma ve belli ki çok uzun süredir boş olan perili binalar vardı. Onların biraz ilerisinde de yaşam belirtisi gösteren tek yer olan Free Shop. Burası Çeklere ait son nokta. Durup içki ve Avusturya’da arabayla dolaşabilmemiz için gerekli araç pulunu satın aldık. 

Sınırın öte tarafındaki köyler daha bakımlı ve nispeten canlıydı. Şahane yerler ama daracık sokaklarından gün ve belli ki gece boyunca Tırlar geçiyor. Kim burada yaşamak ister ki? Viyana’ya kırk kilometre kalana kadar bu manzarada ağır ağır ilerledik. 

Sonra bizi kente ulaştıracak otoyola girip hızlandık. Otoyol zaten sıkıcı bir şeydir ama Avusturyalılar, iki yanına beton duvarlar çekerek onu bir korku tüneline çevirmeyi başarmışlar. Belki de o otoyoldan sonra, kente girip, Tuna’ya paralel ilerlemeye başladığımızda, dünyanın en güzel şehrine gelmişiz gibi hissettik. 

En güzel, saçmasapan bir laf elbette ama Viyana’nın Avrupa’daki en insan odaklı şehirlerinden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Franz Josef döneminde atılan ilk adımların bunda önemli payı var. Eski kent, surların içindeymiş. Sonra Osmanlı hücumlarına karşı koymak için ikinci bir sur daha yapılmış ve arada kalan bölgeye birileri yerleştirilmiş.19. yüzyılda, Viyana yeniden düzenlenirken yıkılan içteki surların yerine bugün Ringstrasse denilen dairesel, geniş bulvar açılmış. Toplamı 4.5 kilometreyi bulan bu bulvarın üzerine görkemli binalar yapılmış: Opera, üniversite, tiyatro, parlemento, müze… Ringstrasse’den dıştaki surlara kadar olan bölge tarım alanlarına, sanayiye ve işçi konutlarına ayrılmış. İkinci sur yıkıldığında oraya, 13 kilometreyi bulan Gürtel çevre yolu yapılmış. 

“Kızıl Viyana” döneminde inşa edilen Karl Marx Hof

Her şey bu kadarla kalsaydı Viyana’nın kaderi bambaşka olabilirdi. Ancak 1. Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra Viyana’da sosyalistler iktidara geldi. “Rotes Wien” (Kızıl Viyana) diye anılan bu dönemde işçilerin yaşadığı dış çeperde yeni yaşam alanları planlandı ve en fazla dört katlı binalardan oluşan 63 bin konut yapıldı. Bu da günümüz Viyana’sını oluşturan tarihsel dönemeçlerden bir diğeriydi.

Üçüncü Viyana’da Durmuş ve Michaela’nın yaşadıkları evi elimizle koymuş gibi bulduk. Apartmanın önünde park yeri bile vardı ama evde kimse yoktu. Sibel’in telefonunda şebeke kaybolmuştu, benimkisi zaten yurt dışı konuşmalara kapalıydı. Caddeye yürüdük, köşede kocaman bir bahçesi olan kneipe’ye oturduk ve güneşlenerek bira içmeye başladık. Arada Sibel’in telefonu çalıştı. Biralarımızı yarılamamıştık ki, Durmuş bisikletiyle bahçeye girdi. Ayın yedisinde bir oyun sahneye koyacakmış, onun provasındaymış, hemen dönmesi gerekiyormuş. Eşyaları eve çıkardık, yedek anahtarı aldık. Durmuş gitmişti bile. Biz biraz daha oyalandık. Ama hava içerde durulacak gibi değildi. 

20. yüzyıl boyunca dünyanın bir çok şehrinde arabalar insanı ikinci plana ittiler. Viyana öyle değil. Yürümenin bu kadar keyif verdiği şehir azdır ve yolunuzun üzerinde soluklanacak o kadar çok durak vardır ki hangi birine takılacağınızı şaşırırsınız. İlk gördümüz parkta oturup etrafı seyrettik. Her yaştan insan buradaydı. Hava güzel, cumartesi. Ellerinde bayrak ve flamalarla bir mitinge giden ya da bir mitingden dönen kalabalık bir grup geçti. Parkın iki yanı Hilton ve Intercontinental otelleri tarafından kuşatılmıştı. Bunlar da zamanımızın kale-sarayları. 

Secession

Naschmarkt’a yaklaşırken Olbrich’in “Secession” binasına baktık. Prag’da Art Nouveau olan burada Jugendstil olarak adlandırılmış. “Yeni” yerine “genç”. Bir anlamı var elbette. 1897 yılında Gustav Klimt, Joseph Maria Olbrich, Josef Hoffmann ve Koloman Moser’in başını çektiği hareket durmuş, oturmuş Viyana Sanat Okulu’nun klasisizmine bir tepki olarak doğmuştu. Secession (Kelime anlamı ayrılma; bir grubun daha büyük bir varlıktan çekilmesi, demek) bu yeni hareketin sergi salonu olarak tasarlanmıştı.

Ancak Naschmarkt’ın çok renkli ve kokulu dünyasından içeri girince ne kadar acıktığımızı fark ettik. Bir balık lokantasının açıktaki masasına oturduk. Yeşil soslu patates püresi, bir levrek ve yarım şişe ev yapımı beyaz şarapla nefsimizi körelttik. Pahalı ama kusursuz. Sonra en dipte, toplanmakta olan bit pazarına şöyle bir göz attık. Durmuş aradı. Eve dönmüş. 

Akşam evde balık yiyip (sardalya) beyaz şarap içmeyi südürdük. Üç ayrı dil konuşulan Babil sofrasında lafladık uzun süre. Sonra Durmuş’un önderliğinde Viyana gecelerine aktı. Başlangıç iyiydi, sonra hızlandı ve canımızdan bezdik, hele en son sürüklendiğimiz o kitsch mekan! Eve döndüğümüzde saat ikiyi bulmuştu. 

Yanıtla