4 Nisan 2016

620 kilometre ötedeki Belgrad’a varmak için yola koyulduk. Yarım saat kadar sevimsiz bir otoyolda tam gaz ilerledik. Sonra yavaşlamamızı gösteren levhalarla birlikte yolun ortasında sağa çekmemizi işaret eden bir polis belirdi. Hiçbir şeyi yanlış yapmamıştık bildiğim kadarıyla, o yüzden kısa boylu keçi sakallı Avusturya polis memuru cam kenarına gelip, yüzünde çarpık bir gülümsemeyle Almanca mı, İngilizce mi konuşayım dediğinde gayet rahattım. İngilizce, lütfen! Bunun üzerine Prag’dan gelirken alıp camın önüne koyduğumuz vinyeti görmek istedi. Eline alınca arkasını çevirip İngilizce yazan bölümü gösterdi. Orada, cama yapıştırılmalıdır yazıyordu. Şah ve mat!

Üç gün önce pulu aldıktan sonra arabaya bindiğimizde bunu biz de kendi aramızda konuşmuştuk ve Sibel vinyeti bir süre evirip çevirdikten sonra camın önünde durmasının da yeteceğine kanaat getirmişti ya da belki daha sonra yapıştırırım demişti ve unutmuştuk. Vinyet vardı işte, parasını ödemiştik, Avusturya’dan çıkınca o pulu yoldan geçen bir arabaya satacak halimiz yoktu. Kaldı ki şimdi de cama yapıştırabilirdik. Bütün bunlar polisi hiç ilgilendirmiyordu tahmin edilebileceği gibi. Ceza aslında 140 avroymuş söylediğine göre, ama o bir iyi niyet göstergesi olarak (iyi niyetten söz ederkenki o kibar ama son derece alaycı ifadeyi unutmak mümkün değil) bize alt limitten 80 avro ceza kesecekti, bu arada gerekirse limiti yükseltmek zorunda kalacağını da ihsas etti. Ne yalan söyleyeyim, adamın işini yapmaktaki mahareti, özenle seçtiği kelimeler, sınırda gezinen alaycılığı ve hepsinin arkasında pırıl pırıl parlayan kötü niyeti beni büyülemişti. Bu performansı izlemek o paraya değdi. 

Böylece halisane duygular eşliğinde Macar ovasına giriş yaptık! Sıcaklık şimdiden 24 dereceyi bulmuştu ve nem oranı yüksekti. Uzun süre klimayla yol aldık. Göz alabildiğine düzlük ve ekilmiş tarlalar, art arda dizilmiş benzin istasyonları ve en az onlar kadar sık rastlanan polis devriyeleri. Tabelalarda Budapeşte yazısı belirdi. Çok merak ettiğim şehirlerden biridir eskiden beri ama bir türlü denk düşmedi. Bu kez de 20 kilometre yakınına kadar geldik ve bir kavşaktan Belgrad’a saptık. Bir daha bu kadar yaklaşır mıyız? Hakikaten yürek burkan bir soruydu. Sanırım tam o noktada bir sonraki yolculuğu Budapeşte üzerinden tasarlamamız gerektiğini düşünmeye başlamıştık. 

Batı Şehir Kapısı

Sırbistan sınırı bomboştu ve Türk pasaportunun itibar gördüğü nadir yerlerdendi. Çok uzun süre neredeyse birkaç arabadan fazlasını görmeden çift şeritli yollarda ilerledik. Macaristan tarafındaki ova burada da kesintisiz devam ediyordu ve toprak işlenmişti. Havalanı sapağını da geçip şehre iyice yaklaştığımızda, o gulyabani çıktı karşımıza. Hayatımda bu kadar çirkin ve orantısız bir şey gördüğümü hatırlamıyorum. Halk arasında Genex Kulesi olarak bilinen resmi ismi Batı Şehir Kapısı olan yapı en tepede iki katlı bir köprüyle birbirine bağlanan iki kuleden oluşuyordu. Yüksekliği 117 metreymiş. 30 katlı olan kule apartman olarak tasarlanmış, 26 katlı olan ise işyeri olarak. Bir de tepesine yapıldığından beri asla çalışmayan bir restoran kondurmuşlar. Mimar Mihajlo Mitrovic tarafından tasarlanıp yapılan heyula 1977’de tamamlanmış ama 1960’ların ikinci yarısından itibaren, daha proje aşamasındayken büyük tartışmalara neden olmuş ve aradan geçen yaklaşık 40 yıl boyunca da hala tartışılmaya devam ediyormuş. 

Neyse ki biraz daha gittikten sonra eski kente doğru saptık. Ağaçlar, bahçeli evler, güzel apartmanlar. Sibel’in kuzeni Aslı bir süredir Fransız kocasıyla Belgrad’ta yaşıyormuş. Gelmeden onunla haberleşmişti ve Aslı akşam onlarda kalmamız için ısrar etmişti. Google map’tan verilen adrese doğru ilerledik ama vardığımız yerde söylenen sokak yoktu. Aslı’yı aradık ama nerede olduğumuzu anlatamadığımız için beyhude bir konuşmaydı bu. Sibel arabadan inip sokakta bulduğu yaşlı bir kadına verdi telefonunu, bununla kadının Aslı’ya nerede olduğumuzu anlatmasını umuyordu anladığım kadarıyla. Ben arabanın içinden elli metre ötemde gerçekleşen olayı seyrederken tahmin yürütüyordum sadece ve bu saçmalık tepemi attırıyordu.

Belgrad’da bir sokak

Anlaşılamadı tabii. Bu arada telefonun şarjı da bitmiş. Böylece kendimizi Belgrad’ın ara sokaklarında, arabayla dolaşıp otel ararken bulduk. Doğrusu, arabayı bir yere park etmek ve bu işi yürüyerek yapmaktı. Ancak arabayı koyacak yer yoktu. Bir meydana çıktık, orada iki otopark vardı ama ikisi de doluydu. Mecburen ilerledik, insanlar sağda solda arabalarını park etmiş görünüyorlardı. Sonunda ben de ilk gördüğüm boşluğa çektim. Burası bir restoranın önüydü. Hem bir şeyler yiyip soluklanalım hem de otel soralım istiyorduk. Ama daha arabadan yeni inmiştik ki içerden çıkan bir adam buraya park edemeyeceğimizi söyledi. Lokantaya gelmiştik. Sorun o değilmiş. Caddede park edebilmek için cep telefonu üzerinden bir numarayı aramak ve bedelini yine telefon faturası üzerinden ödemek gerekiyormuş. Yoksa ceza kesiliyormuş. Bildiği bir otel de yokmuş. Mecburen tek yönlü yoldan devam ettik ve söylene söylene epey gittikten sağda Hotel Nevski tabelasını gördük. Sibel resepsiyona koştu. Garajı açtılar. Otel daha bir yıllıkmış. Neredeyse 50 metrekarelik şahane bir odaya yerleştik. Telefonu şarja taktık. Aslı arandı. Otelin adresi verildi. İki saat sonra lobide buluşmaya karar verdik. 

Zaman nasıl çabuk geçmiş hiç farkında değiliz. Resepsiyondan gelen telefonla kendimize geldik. Giyinip aşağıya indik. Aslı ve 6 yaşındaki oğluyla tanıştık. Bir taksiye binip kalenin olduğu bölgeye gittik. Burası Tuna ve Sava nehirlerinin buluştuğu nokta aynı zamanda. Nehrin üzerinde balık lokantasına dönüştürülmüş tekneler var. Kalenin önündeki parkta insanlar yayılmış oturuyorlardı. Karşı kıyı tamamen sazlıktı. Teknelerden birinin alt katındaki masalardan birine yerleştik. Soğuk biralar geldi. Kedi balığı meşhurmuş. Bu kadar lezzetli olduğunu hiç bilmiyorduk. 

Bir saat sonra Aslı, hanidir mızmızlanıp duran oğlanı spor salonuna götürmek üzere kalktı. Biz de yürüyerek eski kentin ara sokaklarına daldık. Çok güzel bir şehir ama gözle görünür bir yoksulluk vardı. Malum Yugoslav İç Savaşı’nın bütün faturası Sırplara kesildi ve aradan bunca zaman geçtikten sonra bile ekonomik ambargo altında yaşıyorlar.

Akşam Aslı’ların evine gittik. Kocası Belgrad’daki Fransız Kültür Merkezi’nde muhasebeciymiş. Sıcak bahar akşamı evin önündeki bahçe taraçasında oturup kırmızı şarap içtik. Ağır bir geceydi ve yarın önümüzde 650 kilometrelik başka bir etap vardı. Bir taksiyle otele döndük. 

Yanıtla