26 Ağustos

Köstence Karadeniz’in en önemli liman kentlerinden biri. Dolayısıyla kozmopolit bir nüfusa sahip: Rumen, Tatar, Yunan, Türk, Bulgar, Yahudi, Roman. 1910’da açıldıktan sonra Belle Epoque çağının son gözdelerinden biri haline gelen meşhur kumarhane binası da limanın orada. Birinci Dünya Savaşı sırasında hastane olarak kullanılan bina, İkinci Dünya Savaşı’na kadar dünyanın kumar ve eğlence düşkünü zenginlerini ağırlayan belli başlı merkezlerden biriydi. Şehrin Tarihi Yarımada bölgesindeki binayı görmemek olmaz diye düşündük. 

İlk bina 1880’de ahşaptan yapılmış ama 1891’deki büyük bir fırtına sırasında neredeyse tamamen tahrip olmuş. 1893’de yakınlarda bir yerde yine ahşap bir bina yapılmıştı ama bu aslının silik bir kopyasıymış. 1903 yılında kentin yerel politikacıları  “Köstence’nin Fransız Riviera’sından neyi eksik” sorusunu sorup yine kendileri yanıtlamışlar: “Şöyle dört başı mamur bir kumarhane.”O zaman liberaller iktidardaymış ve projeyi İsviçre’de yaşayan Romen uyruklu mimar Daniel Renard’a vermişler.  O da Art Nouveau tarzında bir bina tasarlamış. Bu muhafazakarları ayağa kaldırmış, kolayca tahmin edilebileceği gibi. İki yıl sonra iktidar el değiştirip muhafazakarlar yönetime geldiklerinde temelleri atılmış projeyi durdurup, mimar Pete Antonescu’yu göreve getirmişler. O da projesini yapıp yeni bir temel atmış.  Derken 1907’de liberaller yeniden başa geçince ilk projeye dönmüşler ve  üçüncü kez temel atma töreni düzenlenmiş. Dünyanın belki de üç temelli tek binası olarak kayıtlara geçen Köstence Kumarhanesi, sahilde Ceneviz fenerinin hemen bitişiğinde. Zamanında bir balo, iki oyun ve iki okuma salonu olan bina halk merkezi ve restoran olarak da hizmet verdikten sonra kaderine terkedilmiş. Biz oradayken, çevresindeki alanda, gençler için bir basketbol etkinliği vardı ve ortalık pop müzik ve bağırışlardan geçilmiyordu. Arkada denize nazır taraçalardaki banklar çoğunluk yaşlılar tarafından kuşatılmıştı ve uzaktan devasa limanın ve onlarca vincin şiirsel bir tadı vardı. 

Köstence’den hareket ettikten yarım saat kadar sonra Anghel Saliyny Köprüsü’nden geçtik. 1895 yılında tamamlanan köprüsünün viyadüklerle birlikte uzunluğu 4087 metreymiş ve o tarihte Avrupa’nın en uzunuymuş. Tuna nehrinin üzerinden geçen bu mühendislik harikası insanı afallatıyor. Gazdan ayağımı tamamen çekiyorum, doya doya bakıyoruz. Ona ve Tuna’ya elbette. Gece Google Maps’e bakmıştım yatmadan önce. Şehirden çıkınca Batı’ya sapmak yerine kuzeye doğru ilerleseydik,  2850 kilometre boyunca Avrupa’yı kıvrıla kıvrıla dolaşan bu muazzam nehrin, Sulina’da Karadeniz’e döküldüğü deltaya ulaşmış olacaktık. Umarım bir başka sefere.  

Köstence-Bükreş arasında Romanya’nın tek otoyolu var. Böylece hızla başkente ulaştık. Kent merkezinin hemen dibinde, yeni yapılmış şahane bir otel. İkindiyi dinlenmek ve şimdiden birikmeye başlayan işleri toparlayarak geçirdik. Sonra biraz çevreyi tanımak için dışarı çıktığımızda eski kente gittik. Burası da Budapeşte gibi ağırlıklı olarak 19. yüzyılın sonunda  kurulmuş bir kent, bir dolu eski ve birbirinin benzeri bina ile dolu. Güzel olmasına güzeller ama eksik bir şey var onu hemen hissediyor insan. Bir doku kaybı yaşanmış, bunu taştan bile anlayabiliyorsunuz. Malum Romanya’da 1967 ile 1989 arasında sürmüş bir Çavuşesku diktatörlüğü vardı. 28 yıl geçmiş üzerinden ama kekremsi tadı kentte duruyor hala. Tahribatın gücü bu kadar büyük olduğunda, geri dönüş çok zaman alıyor belli ki. Köstence’de böyle belirgin bir etki görülmüyordu. Saraya olan mesafeyle doğrudan ilintili olabilir. İnsan tahribatından söz ediyorum. Birkaç kuşağın heba edilmesinden.

Eski kentin içinde bazı sokaklar yeme-içme ve eğlence mekanlarına ayrılmış. Yayalara kapatılmış alan, uluslararası sermayeye ve mafyaya açık, içinde geleceğe dair zerre umut barındırmayan, dünyanın her hangi bir yerinde tasarlayabileceğiniz bir set. Modernin sonuna işaret eden bir no man’s land. Çünkü kente ait değil, ona dayatılmış. Yemek diye önünüze konan çöpler gibi. 

Biraz kırmızı şarap içtik. Dönüş yolunda bir dondurmacı kuyruğuna girip bekledik. İtalyan dondurması. Toplasan on kişi vardı sırada, ama Aziziye sınır kapısından da yavaş ilerliyordu. Genç bir İtalyandı dondurmacı ve bütün bu maket dünyanın içinde pırıl pırıl parlıyordu. İnsanlarla tek tek ilgileniyor, onların en doğru külaha ve toplara sahip olmaları için sonsuz bir azimle ve yüzünden eksik olmayan gülümsemeyle çalışıyordu. Bu zarafeti seyrederek geçirdik 45 dakikayı. Dünyayı kurtaracak tek şey zarafet olabilir diye düşündüm, diktatörlük saraylarının karşısına dikebileceğimiz tek şey. 

Ne o akşam ne de ertesi sabah gidip Çavuşesku’nun sarayına bakmak gelmedi içimden. Avrupa’da 20. Yüzyıl Boyunca Seyahatler” kitabının yazarı Geert Mak’ın tespitine ne ekleyebilirdim ki: “Sanki piyangoda büyük ikramiye kazanan bir sığır çobanın evi.” 

Yanıtla