Sabah altıda kalkıp makineye bindim (Volvo Crosscountry V40 D2). 9’da avukatla randevumuz var. Ağaçlıklı (akasya, akkavak ağırlıklı) ve iki yanında geniş tarlalarla dolu epey hızlı, iki şeritli sıkıcı bir otoban. Miskolc sapağından sonra şehre varmak otuz kilometre daha sürüyor. Yaklaştıkça her yer yeşilleniyor, kavşaklar kavşaklar geçiliyor derken şehrin çeperinde büyük AVM’lerin olduğu yere geliyorsunuz: Auchan, Möbelix, TEDI, Praktiker, JYSK, Pepco… Her yer iki katlı bahçeli evlerle dolu. Yer yer beş katlı apartmanlar da idare eder. İnsan evinin olacağı şehre daha dikkatli bakıyor ister istemez.
Merkez caddeye paralel bir otoparka arabayı bıraktım. Arkadaşımla Cafe Frei’da buluşup bir şeyler yiyip içtik. Bu arada Macar bürokrasisiyle ilgili hiç iç açıcı olmayan bir anısını anlattı. Macaristan’da noterlik diye ayrı bir müessese yok, bu işi de avukatlar yapıyor. O da geldiğinde pasaportunun onay işlemini bir avukatlık bürosunda yaptırmış. Daha kimseyi tanımıyormuş ve sonradan anlayacağı gibi sayıları azımsanmayacak ölçüde olan tuhaf memurlardan birine rastlamış. Kadın ben size Macarca “Bu pasaport size mi ait?” diye soracağım ve “Siz de bana Macarca cevap vereceksiniz” demiş. Arkadaşım o sıra Macarca bilmiyor ama yanında Macarca tercüman varmış. Kadın illa “Kendisi Macarca cevaplayacak” diye tutturmuş. Tıkanmışlar. “Sonunda avukatlık bürosunda avazım çıktığı kadar burada İngilizce bilen biri yok mu?” diye bağırdım diyor. İçerden avukat koşup gelmiş. İngilizce soru cevapla çözülmüş iş. Ama, acuze bürokrasinin simgesi, nuh deyip peygamber demeyen o katibenin gölgesi kalmış belli ki.
“İşin iyi tarafından bak, memleketten kopmamış oluyorsun böylece” dedim.
“Yok! Türkiye’de böyle şey olmaz” dedi.
Üstelemedim. O sırada J. geldi. Kapıda, avukatın gelmesini beklerken kahvesiyle sigara tüttüren J.’ye, Jarmusch’un “Coffe and Cigarettes” filminden bahsettim. Seyretmemiş. Hemen telefonuna not aldı.
Avukat Igor otuzlarının başında, kot pantolon T-shirt giymiş sevimli biri. Odasına geçtik. Uzun uzun prosedürü anlattı. Sonra, elinde vekaletnameyle satıcı kadının damadı geldi. Demin bize anlattıklarını bu kez Macarca ona anlattı. Devletin benimle ilgili yapacağı soruşturmanın onayı bekleneceği için bir ön sözleşme yapılıyor. Satış bedelinin yüzde onu avukata kapora olarak veriliyor. İzin çıktığında o paranın üzerini tamamlayıp evi alıyorsunuz, olmazsa paranız iade ediliyor. Damat izin çıkmazsa yüzde onun kendilerinde kalmasını istedi. Kabul etmedik. “O zaman hiç değilse yarısını alalım,” dedi. Reddettik. Bunun üzerine ev sahibi hanıma danışmak için telefon etti. Macarca konuşuyorlar ama anlaşılıyor iş kopma noktasına geldi. Neyse ki Igor devreye girip, kadını ikna etti. Igor verdiğim parayı zarfa koyup kasaya kaldırdı. İmzalar atıldı. Onay işlemi 45 gün sürüyormuş. O zaman geri gelip, kalan parayı vererek tapuyu alacağım.
Arkadaşım Budapeşte’ye gidiyordu ama bana kendi çalıştığı bankada hesap açabilmem için randevu ayarlamıştı ve önümde iki saatlik boş zaman vardı. Bankaya giderken ana caddeyi boydan boya katedeceğimden merkezden sağa doğru dönüp ilk geldiğimizde kaldığımız pansiyonun olduğu bölgeye doğru ilerledim. Bir süre sonra sağda büyük bir kilise belirdi ve solda da kocaman bir şehir içi parkı vardı. Her yer ıhlamur ağaçlarıyla dolu, etraf bomboş, çocukluğumun Berlin’ini anımsadım. Biraz daha yürüyünce Kós Károly’un yaptığı tipik Erdel mimarisi bir binanın önünde buldum kendimi. Bu şehri daha da sevimli hale getirdi. Biraz ileride Belçika restaurantı vardı. Önündeki tahta masalardan birine oturup Stella Artois marka şahane bir fıçı bira içtim. O sıralar Macaristan’da araba kullanırken alkol limitinin sıfır olduğunu bilmiyordum. Geri döndüm ve şehrin tramvay işleyen ana caddesi boyunca dükkanları ve neredeyse hepsi dondurmalarını yalayan insanları seyrederek aheste beste bankanın olduğu meydana vardım. Şubede İngilizce konuşan tek kişi olan P.’ye, Miskolc’da ev almak için yaptığım anlaşmayı gösterdim, bir süre sonra para transfer etmem gerekecekti, bunun için hesap açtırmam gerekiyordu. Ama Macar mevzuatı öyle ki, bankada hesap açtırabilmek için zaten bir ikamet adresinin olması gerekiyor.
Bismillah ilk soru oradan geldi: “Geçerli bir Macar adresiniz var mı?”
O da benim gibi durarak, sözcükleri arayarak konuşuyor İngilizce’yi. Bir kez daha durumumu anlattım ve zaten arkadaşımın da ona bundan bahsetmiş olduğunu söyledim. Düşüncelere daldı. Telefonu kaldırıp daha üst yetkiliyle konuştu. Telefonu kapattığında düşünceli halinde bir değişiklik olmamıştı. Neden sonra, “Hadi yapalım!” dedi ve Türkiye’deki adresimi istedi. Bundan sonra da işler daha kolay ilerlemedi. Bizim tamamen tersimiz bir sistemle çalışıyorlar. Önce soyad sonra ad, önce şehir adı sonra sokak adı gibi, tarihler de tersten atılıyor. Bir de her şey annenin kızlık soyadı üzerinden yürüyor. Orada bir yanlış olursa yandı gülüm keten helva. Annemin kızlık soyadı Akkoç, tabii ki Macarlar için “ç” hiçbir şey ifade etmiyor. Tıpkı Ayvalık’ta oturduğum Gül sokağın “ü”sü gibi. Kredi kartı ve daha bir takım teferruatları sonraya bırakmamıza karşın, hesap açma işlemini tamamlamamız iki saati yaklaştı. Daha çok Peter çalıştı ben onu izledim, izahatlarını dinledim ve önüme koyduğu sonsuz evrakı imzalayıp durdum. Arada doldurulması gereken yerlerdeki Macarca kelimelerin karşılığını Google translate’den arayıp buldum.
Neden sonra printer’dan yeni kağıtların çıkmasını beklerken kısaca başka şeylerden konuşma fırsatımız oldu. Budapeşte’nin kuzeyindeki bir köydenmiş, Miskolclu bir kızla tanışıp evlenmiş, bir küçük kızları varmış. Getirdiği yeni kağıtları üst üste sıralıyor. Birlikte olması gerekenleri eşleyip zımbalıyor, masanın üzerine uzanıp bu yeni kağıtların ne anlama geldiğini açıklayacak İngilizce sözcükleri arıyor. Türkiye’de olsa sadece imzalanacak yeri gösterirlerdi.
Budapeşte’ye döndüğümde bir savaştan çıkmış gibiydim. Kafam kazan kadar olmuştu. Sibel bütün gün Buda tarafındaymış, dinlenmiş, dolaşmış, tekrar dinlenmiş ve akşam için merkezde daha yerel insanların gittiği bir lokantada yer ayırtmış. Oraya gittik, küçük sevimli bir bahçe. Yemek beklerken aperitiflerimizi içtik ve nihayet doğru dürüst bir yemek yedik.
Kalkınca Tuna kenarına kadar yürüdük. Otobüsle tepeye tırmandık. Eve giden sokağın köşesinde büyük bir bahçede oturmuş akordeonlar eşliğinde bira ve pálinka içerek eğlenen insanlar vardı. Çok eski zamanlardan bir mekan, bir tür rüya. Devasa ağaçların gölgesindeki bahçe rahatça 150 kişinin sığabileceği büyüklükteydi. Biz de muşambalı masalardan birine kurulduk. Sevimli ve çalışkan bir garson kız vardı, o sırada Macaristan’da bir daha öylesini görmeyeceğimizi bilmiyorduk. Bahçeyi, insanları, ayın ve garsonun devinimini izleyerek epeyce oturmuşuz. Şahane biralar içtik. Çigan müziklerine mırıldanarak eşlik ettik. Arada birkaç pálinka da götürmüş olmalıyız. Yanlış hatırlamıyorsam mekanı biz kapattık.