5 Eylül

Bütün gün Alsas Şarap Yolu’ndaydık: Marlenheim – Molsheim – Obernai – Barr – Sélestat – Ribauville – Colmar. Evler, bahçeler, bağlar, tepeler, kuleler, şatolar, dik kırmızı çatılar, dalgın sular. Araçlarıyla seyredenler dışında canlı görmek neredeyse imkansız. Bazen tepeye doğru tırmanan bağların arasında bir-iki baş görünüp yitiyor o kadar. Her yer yeşil ve bakımlı, bütün pencereler kasa kasa  sardunya dolu ve hepsi kusursuz. Bunları böyle yetiştirenler nasıl insanlar, ilaç için bir solmuş çiçek, bir kurumuş yaprak olmaz mı içlerinde? 

Terkedilmiş gibi görünen köylerden geçiyoruz. Bazen eski bir ahşap kapının önünde şarap tadımı için gelmiş yaşlı turistleri boşaltan otobüsler ilişiyor gözümüze. 

Bölgenin önemli şarap ve bira üretim merkezlerinden Obernai’de öğle yemeği için durduk. Onca köyden sonra nihayet bir kasaba. Bir zamanlar Alsas düklerinin mekanıymış. İkinci Dünya Savaşı sırasında, 1942’de Himmler’in emriyle kurulan SS Kadın Eğitim Merkezi’ne ev sahipliği yapmış. Sokakta oynayan bir-iki Fransız çocuk gördük. Çok dik olmasa da bayırda kurulu bir kasaba, meydanda ve yol boyunca mağazalar, lokantalar, kafeler var. Turistleri oyuncak bir trenle oradan oraya gezdiriyorlar. 

Güneye doğru inmeye devam ettik ve Ribauville’den geçerek, Colmar’a vardık. Okuduğum yazılarda iyi korunmuş bir kent ve Alsas şarapçılığının merkezi, diye yazıyordu. Bir de Colmar Hazinesi varmış. Kara Ölüm (veba) sırasında Yahudilerin sakladıkları değerli 1863 yılında bir kazı sırasında bulmuşlar. İll nehrinin bir kolu olan Launch akıyor ortasından ve bir kanalla Ren’e bağlanıyor. Şehrin yumuşak rampayla tırmanılan ana caddesine girdik ve bir mahşer yerinin içine düştük. Eski bir hac yolu gibi. Gün boyu göremediğimiz insanların hepsi meğer buradaymış. Daracık yolda alt alta üst üste tepeye doğru tırmanmaya çalışıyorlar. Fahiş fiyatlara hediyelik eşyalar, çok pis kahve masaları -silmeye zaman yok- ve çok bezgin çalışanlar. 1960’larda, 70’lerde yere göğe koyulamayan bacasız fabrika fena halde tütüyor artık ve çok pis kokuyor.

Koşar adım arabaya dönüp en yakındaki köye doğru kaçtık ve yol üstünde bulduğumuz ilk küçük otelde konakladık. Resepsiyondaki kadın yedi kilometre ötedeki bir restorandan övgüyle söz etti. Zaten bütün gün arabadaydık, 15 dakikalık yürüme mesafesindeki bir başka yeri tercih ettik. Anayolun kenarından şarap satan dükkanlara gire çıka ilerleyip  nihayet bir sokaktan içeri kıvrıldık. Restoran oracıktaydı. Bahçesinde garson ve iki masada bir şeyler içen çiftler vardı. Suyun gelmesi için yirmi dakika bekledik ve ancak o zaman menü yemek zorunda olduğumuzu öğrendik. Hem de adam başı birer tane. Kalktık. 

Otele dönüp arabayla Vosges dağlarının eteğindeki Kaysersberg’e gittik. İlk bulduğumuz restorandan içeri girdik. Yer var mı diye sorduk, Madam’a yönlendirdiler. İçersi epey doluydu ve görebildiğimiz kadarıyla yerel insanlar ağırlıktaydı. Madam şık şıkırdım 60’larında bir kadındı, bizi iki kişilik bir masaya oturttu ve şakıyan bir kuş gibi o akşamın spesiyallerini anlatmaya başladı. Bütün salon onun o tuhaf ötüşü altında inliyordu. Taze peynir, şarap, lahana ve makarnayla servis edilen az pişmiş krema soslu balık sipariş ettik. Üzerine, likör denizinde yüzen limon sorbe yiyip, konyak içtik. 

Oh be, dünya varmış!

Yanıtla