8 Eylül

Sabah epey geç kalktık. 16 gündür yollardayız ve 3500 kilometre yapmışız. Bir dolu şehre ve otele girdik çıktık. Daha da önümüzde uzun bir yol var. Ne kadar olduğu şu an belirsiz. Adım adım ilerliyoruz. 

“Crispin and Scapien”

Öğlen Musee d’Orsay’a gittik. Geçen yılki uzun gezimizde o kadar çok müzeye girip çıkmıştık ki, bu kez müze gezmeye biraz mesafeli duruyordum. Yine de Paris’e kadar gelmişken bunu görmemek olmazdı. Giriş katı bir heykel mezarlığını andırıyordu. Koridorun iki yanı sembolistlere ayrılmış. Çok ilgimi çeken işler değildi açıkçası, bir tek Daumier’e takıldım, “Don Kişot” elbette ama daha çok “Crispin and Scapien”. Hiç bilmediğim biriydi. 

“Red Roofs”

Bir sonraki kat empresyonistlere ayrılmıştı ve her zamanki gibi etkileyiciydi. Çok gördüm diye düşünüyordum, ne kadar az gördüğümü ve bildiğimi, orada fark ettim. Monet, Manet, Degas (ki heykellerinin bu kadar eşsiz olduğundan habersizdim), Renoir, Cezanne… O kadar çok iş var ki, Manet’nin kimi tablolarının soluk-silik renklerine çarpıldım. Selanik kitabını yazarken üzerinde durduğum “Balkon” tablosunun orijinalini görme şansım oldu; meğer içerde biri daha varmış. Pissaro’nun “Red Roofs” tablosuna bakarken, Klee’ye giden yolu gördüğümü sandım. Bu bölümde antika eşyalar da vardı. Nefis ahşap mobilyalar. İşçiliğin inceliği, ahşabın bu kadar maharetle eğilip bükülmesi, neredeyse çamurmuş gibi form verilmesi filan. 

Soluklanmak ve karınımızı doyurmak için lokantaya gittik. Çok görkemli bir salon ama bir o kadar sade döşenmiş. İnsan kendini rahat hissediyor. Sonra yemek üstü Sibel sigara içsin ve biraz hava alalım diye çatıdaki terasa çıktık. 

Üst katta Cezanne’ın portreleri sergileniyordu. Van Gogh’lar da burada. Uzakdoğulular neredeyse her tablonun fotoğrafını çekiyorlar. Bir kısım insan ise bu tabloların yanında kendi fotoğraflarını çektirmekle meşgul. Cezanne’ın olduğu bölüm daha da yoğundu. Sınırlı bir süre sergilenen ve bir kısmı ilk kez gün ışığına çıkan işleriymiş. Karısının portreleri, otoportre çeşitlemeleri. Saat altıda, müzenin kapanmasına yakın, bu geçmiş zaman yolculuğundan sıyrılmak için dışarıya adım attığımızda şahane bir yaz yağmuruyla karşılaştık. Şemsiye satıcıları yerlerini çoktan almışlardı: Ombrel! Ombrel!

Metroyla dönüp otelde soluklandıktan sonra, bir kez daha yakındaki bir çamaşırhanenin yolunu tuttuk. Gündelik hayatın bu gaileleri yolculuk sırasında çok belirgin bir hal alıyor. Çamaşırlar yıkanırken biraz ilerideki Cafe Atlantik’e gittik. Cuma akşamı saat sekize yaklaşıyor, dışarıda yağmur var. Barın bir köşesi mahalleden, birbirlerini tanıyan insanlar ve onların şamatalarıyla doluydu. Öylesine kusursuz neşeliydiler ki, attıkları kahkahalar bizi de gönendiriyordu. Ama barın uzak kısmında, tıpkı gündüz müzede gördüğümüz Absent içmiş insan tablolarındaki tipler gibi, bütünüyle kendi dünyalarına batmış, sessiz iki adam da vardı.

Saint Antoine’da kalmaktan hoşnutuz, merkeze, turistlere, Fransız aroganlığına uzak ve göçmenlere yakın olmak iyi geliyor. 

Dönüp çamaşırları kuruttuk. Sokağın adı Emile Zola’ymış onu kesen sokak da Jules Verne. Sonra elimizde çamaşırlar mahallede ilerlerken bir Japon lokantasına girdik, içerisi arı kovanını andırıyordu ve hiç bir özelliği yoktu. Başka bir dünya diye düşünmüştüm, aslında bu dünya. Naylon örtülü formika masalarda, uyduruk iskemlelerde ve epey loş bir ortamda oturup bir sürü Japon yemeği yiyip, ılık sake içtik.

Otel oracıktaydı. ABD Açık’ın yarı finaline bakarken uyku bastırdı. Televizyonu anca kapatmışım. 

Yanıtla