11 Eylül

Eski kentin meydanında kruvasan, kahve, peynir ve reçelle karnımızı doyurup, bir süre kediler gibi güneşin altında yayıldık. Sonra Papalık Sarayı’nın olduğu alana gittik. Ortalık ana baba günü. Yukarıda papazlar için yapılmış bahçeleri dolaştık ve şehre bir tepeden bakma fırsatı bulduk. Olağanüstü bir coğrafya. Rhone nehrinin çevresine yerleşmiş, göz alabildiğine yeşil. Dün akşamın o depresif kentinden eser yok şimdi. Önyargılarımız üzerine konuştuk, bu güzelim yere nasıl da haksızlık etmiştik öyle. Ara sokaklarda dolaştıkça, nehir kenarında gezindikçe pekişti bu duygu. 

“Körlerin Yürüyüşü”

Musée du Petite Palais’a rastladık. Daha doğrusu önce bahçesinde duran dev Afrikalı savaşçı heykeline takıldık sonra buranın bir müze olduğunu anlayınca içeri girdik. Ellisinden sonra heykel yapmaya başlamış Senegalli sanatçı Ousmane Sow’un işlerinin yer aldığı bir sergi diye başlamıştık, ama beklentimizin ötesine uzandı. Herkes Papalık Sarayı ve Katedral derdinde olduğundan içerde bizden başka kimse yoktu. Avignon’un ruhuna uygun olarak daha çok dini resimler vardı ama araya sıkışmış üç Bruegel tablosu gördük. Yetmezmiş gibi üzerine bir de Hieronymus Bocsh: Tuhaf yüzüyle bir Meryem. Doğurduğu çocuğu kutsamaya gelmişler ama o pek de halinden memnun görünmüyor. Ortalıkta olmayan babayı mı düşünüyor acaba? 

İki salonda eski Mısır’dan işler vardı: Heykeller, tabutlar, taşa ve papirüse yazılmış hiyeroglifler. 

Bir de 18. yüzyılda yaşamış Claude Josep Verner diye yerel bir ressamları var, onun dev boyutlu tabloları. Gemi kazaları, kazazedeler resmetmiş ısrarla. Atları ya da köprüden geçen atlıları resmettiğinde de ortada hep bir kaza var. Kazaya takmış belli ki. Müzenin olduğu sokak da onun adını taşıyordu. Neyse ki başımıza bir kaza gelmeden uzaklaştık. 

1285-1314 yılları arasında Fransa Kralı olan Güzel (Le Bel) lakaplı IV. Philippe, Papa VIII. Bonifatius’la çatışmış. Papa onu afaroz etmiş, o Papa’yı yakalatıp işkence yaptırmış. Bosch’un çizdiği cinnet dönemi gibi görünebilir ilk bakışta ama dedektif hikayelerinde söyledikleri gibi, olayı anlamak için her zaman parayı takip etmek gerekir. Bu büyük çatışmanın gerisinde de esas olarak vergileri kimin toplayacağı meselesi yatıyormuş: Papa mı, Kral mı? VIII. Bonifatius’un ölümünden sonra kendi Papa’sı Clemens’i başa getirmiş Güzel Philippe. Hazır emrine amade bir Papa varken, papalığı da Avignon’a taşıyıvermiş. 1376’da Vatikan’a dönmeden önce tam yedi papa burada görev yapmış ve Avignon 1791’e kadar Papalığın kontrolündeymiş. 

Tren garıyla Papalık Sarayı arasında uzanan şehrin ana caddesinde dolaştık. Üzeri mağazalar, lokantalar, barlar, kafelerle dolu. Irish Pub’da bira içtik. Gündüz meydandaki kahvede oturduğumuzda denemek için adını ilk kez duyduğum bir Monako birası söylemiştim. Pembe, tatlı bir bira getirmişlerdi. Budweiser ondan kalan yapışkanlıkları temizledi. 

Korkuyla akşam yemeği saatine yaklaşmakta olduğumuzu fark ediyorduk. Dün akşam gözümüze kestirdiğimiz şahane bahçesi olan bir restoran vardı ama öyle bir rüzgar başladı ki, dışarda oturmanın imkanı yoktu. Onun arka sokağındaki boğa tabelalı La Vache Vici’ye girdik. Atmosfer güzeldi. İşi sağlama almak için bonfile söyledim. Sibel tavuk istedi ve içecek olarak da kırmızı şarap sipariş ettik. Beklerken aç kalmayalım diye önden bir de aperitif istedik. İyiki de öyle yapmışız. Yemeklerin gelmesi 45 dakikayı buldu. Bonfile idare bile etmezdi, hiç terbiye görmemiş, yeterince dinlenmemiş ve daha fenası sinirleri temizlenmemiş bir et. Sibel’in tavuğu epey tatsız bir göğüs parçasıyla, bir sos bulamacıydı. Yiyemediğimiz bir yemeğe bir kez daha servet ödemek zorunda kalınca, gündüzün olumlu izlenimlerini yeniden gözden geçirirken bulduk kendimizi. Belki de bu şehir, gündüz melek gece şeytan tanımlasını hakediyordu. Dönüşte meydandaki barlardan birinde birer Calvados yuvarladık, o da iyice tüy dikti. Geceyi bol Rennie pastille kapattık.

İşin aslı, burası bir ölü şehir. Açık olan yerler turistlere hizmet etmek için tasarlanmış. Dekorasyona çalışmışlar ama içerik neredeyse sıfır. Her yerde aynı tapon yemekleri yapıyorlar daha doğrusu yapamıyorlar. Et ya da karidesli bir şeyler, üzerine şarküteri ürünleri boca edilmiş salatalar vs.  Mönüye bakıp onların ne olduklarını anlamak da mümkün değil, çünkü turistlere çalışmalarına rağmen her şey Fransızca. Birkaç yerin mutfağını gördüm, o zaman bütün bunları konuşmanın manasızlığını anladım, mutfaktan çok tost büfesi olabilecek mekanlar, oradan bir yemek çıkması bile mucize sayılmalı. Öyleyse, Hallelujah!

Yanıtla