13 Eylül

Sabah kahvaltı etmek için dışarı çıktık ve bambaşka bir Avignon ile karşılaştık. Bütün dükkanlar açıktı. Meydana geldiğimizde şaşkınlıktan küçük dilimizi yutacaktık, hal de açıktı.  

Sibel bir kahvede garsonu yakalamaya çalışırken ben de içeri dalıp oradaki bir pastaneden kruvasan ve peynirli çörekler aldım. Bu arada halin içinde şöyle hızlıca turladım, olağanüstüydü. Şarküteriler, manavlar, balıkçılar. Hem de ne balıkçılar: Midye, istiridye, tarak, dülger, barbun, gümüş, dil, mercan. Yaşasın nakliyatçıların kardeşliği!  Bütün bunlar vardıysa bize niye gittiğimiz bütün lokantalarda et mönüsü çıkartıyorlardı ki? Bir de bar vardı halin içinde, Cezanne’ın kağıt oynayan adamları orada oturmuş sabahın körü şarap ve pastis’lerini yudumlayarak bağıra çağıra iskambil oynuyorlardı. 

Kahvaltıdan sonra gara yürüdük. Orada da bütün dükkanlar açık. Sokaklar insan dolu, neredeyse bazı sokaklar yürümekte güçlük çekecek kadar dolu. Sanki o ölü şehir derin bir komadan uyanmış ve kendini sokaklara vurmuş gibi. Pazar akşamı gelmiştik. Pazartesi belli ki bizim bilmediğimiz bir tatil vardı ya da pazartesileri çalışmıyorlardı. Hem Fransız hem de Akdenizliler, her şey mümkün. Salı biz bütün gün Arles’teydik. Bir kez daha şaşırttı bizi Avignon. 

Epey çarşı pazar turladıktan sonra, adaya geçelim dedik ama Eylül’de son sabah gemisinin 12.15’te kalkıp daha sonra iki saat ara verdiklerini hesaba katmamıştık. Biz vardığımızda saat yarımı geçiyordu. Tepeye tırmanan merdivenlere vurduk kendimizi ve papaların bahçesine doğru çık allah çık bir maratona giriştik. 

Kim bilir kaç kez mola verip nehrin iki yakasındaki şahane peyzajı izlerken soluklandıktan sonra nihayet tepeye vardığımızda içinde ördeklerin yüzdüğü bir havuzun kenarındaki banklardan birine çöktük. Etrafta müthiş bir çocuk gürültüsü vardı. En sevdiğimiz! Yine de kalkmadık, ben yol günlüğü defterimi çıkartıp yazmaya başladım. Sibel de Arles’te çizdiği kara kalemleri suluboya ile renklendiriyordu. Böyle böyle epey oyalanmışız. Telefon çalmasa daha uzun süre takılırdık herhalde. 

Can arıyordu, Avignon garına gelmiş bile. Hızlı trenle Paris-Avignon 2.5 saat sürmüş. Otelde buluştuk. İnternetten araştırıp ana cadde üzerinde uygun fiyatlı bir oda bulduk ona: Hotel Central. Biz önden çıkıp eşyaları odaya bıraktık. Sibel’in gelmesini beklerken caddede deniz ürünleri de servis eden bir yere oturduk. Can’la oturunca şarküteriye daldık, çünkü gutu var. Şahane küçük ekmekler, çeşitli domuz etleri, Bree peyniri ve bir şişe beyaz şarapı lüplemişiz. Sibel gelince bir miktar midye ve bir şişe şarap daha istedik. Yol boyu uzanan çınarları seyrettik. Epey gevşemişiz. 

Sibel sabahtan gözüne kestirdiği kimi dükkanlara bakmak istedi. Biz bir süre ona eşlik ettikten sonra Saray Meydanı’na doğru uzandık. Can, ev tutup Avignon’a yerleşmeye karar vermiş. Buralı olacak yani. Biraz gözünü korkutmak için şehrin tuhaf hallerinden, Lawrence Durrell’ın anlattığı ve kışın bir ay aralıksız esen korkunç Mistral rüzgarından bahsettim. Hiç tınmadı. Ona içecek, yiyecek ve bilgisayar olsun yeter. Bir ay kafasını dışarı çıkarmamak umurunda bile olmaz. Sibel alışveriş torbalarıyla geldi. Bir süre aval aval meydanı, insanları izledik. Akşam yaklaşıyordu ama karnımızı doyurmuştuk. Otele dönmek için de erkendi, son bir şeyler daha içelim derken ara sokaklarda önce yaşlı bir akordeoncuya denk gelip epey onu dinledik sonra ilerideki bir barın bahçesinde oturduk. İlk defa pastis içtim hayatımda, güzelmiş. 

Sabah hal meydanında buluşmak üzere sözleşip, dağıldık.

Yanıtla