19 Eylül

Dünya koyu, karalık bir griye kesmiş vaziyette. Sıcaklık bir anda 13 derece birden düştü. Venedik’i pas geçmeye zaten karar vermiştik. Orayla baş etmek için başka bir enerji lazım. Trieste’den ümidimiz vardı, ama sapağa geldiğimizde yağmur kovayla boşalmaya başladı, mecburen devam ettik. Seyahatimiz bu noktada yağmurdan kaçmaya dönüştü. Kısa kısa benzinci, tuvalet, kahve ve çörek molalarıyla ilerliyoruz. 

Volosko balıkçı barınağı

Slovenya. Kırk yıl öncesinden hatırladığım bir yer. O zaman Yugoslavya’ydı tabii. İstanbul’dan Berlin’e arabayla giderken, gidiş geliş tek şerit ve tamamı 900 kilometreyi bulan kabus gibi Yugoslavya yolunu geçerdik. Ancak Slovenya’ya yaklaşınca, dünya yeniden anlam kazanırdı. Bu kez ters taraftan ve bambaşka bir güzergahtan geldik ama yine aynı etkiyi yarattı. Doğa öylesine baştan çıkartıcı ki, bakımlı kuşkusuz ama Alsas’ta olduğu gibi terbiye edilmiş değil. Evler, ağaçlar, insanlar her şey mükemmel bir uyum içinde. Birazdan Hırvatistan’a geçeceğiz ve yanlış notalar hemen kulak tırmalayacak. 

Trafik rahatladı ama yağmur kesintisiz sürüyordu. Sonunda, giderken ayaküstü saptadığımız bugünkü hedefimiz Opatija’ya ulaştık. Airbnb’den ayırttığımız apart, ilk bakışta rahatlıkla bir internet dolandırıcılığı olarak nitelenebilirdi. Görünürde ne bir tabela ne de kapı vardı. Yolun kenarında duran ince uzun bir nalburun üzerine inşa edilmiş odalar. Yandan bir girişi var. Elde bavul dik bir merdivenden tırmanıyorsunuz -neyse ki Cenova’dan idmanlıyız. Küçük bir sahanlık. Arkasında kimse olmayan masa, herhalde resepsiyon olmalı.  

Sonunda özür dileyerek genç bir kadın geldi. Oda güzel, yeni ve temizdi neyse ki. Yatağın ayak ucundaki devasa koltuğu camdan dışarıyı seyredecek şekilde çevirdik, kırmızı şarapla birlikte  balkon kapısını da açtık; ağaçların arasından görünen teknelere, denize ve yağmura bakarak -bıkmamışız belli ki- sessizce oturduk. Bu boyuttaki yolculukların olmazsa olmaz sürprizleri bunlar. 

Yine de eğrisi doğrusuna geldi, çünkü buraya gelmekle akşam için iyi bir restoran arama derdinden kurtulmuş olduk. Resepsiyondaki kız, kesinlikle gitmemiz gereken tek yerin hemen yakındaki Plavi Podrum olduğunu söylemişti. Sibel internetten baktı, son on yılda iki kez Avrupa’nın en iyi elli lokantası arasına girmişti. 

Opatija, ters V şeklindeki Kvarner Körfezi’nin en dip köşesi. Adını, yakınlardaki bir 15. yüzyıl Benedikten manastırından almış. Öncesinde bir mezrayken manastırla birlikte kasabaya dönüşmüş. Tam karşıda Velika Capella dağları yükseliyor, arkasında da Çıralı’daki Tahtalı dağını anımsatan Monte Nevaso denizden birden yükseliyor. Güzel bir coğrafya. Hava böyle ani soğumasa denize girmek için ideal noktaymış. 

Volosko’da park edip, merdivenli ara sokaktan limana indik. Liman değil de balıkçı barınağı. Gitmeyi düşündüğümüz dahil iki lokanta, bir bar ve on on beş sandal var topu topu. Gelirken mendirekte dolaşır, biraz denize bakıp vakit geçirir, ayaklarımızı açarız, diye düşünmüştük. Yağmur nihayet ahmak ıslatan temposuna dönmüştü. Mendireğe yürürken, sağda nefis taşlar döşenmiş, denize paralel kıvrıla bükülen giden bir gezinti yolu olduğunu fark ettik. Gezinti ne kelime meğer bir kral yoluna düşmüşüz. Girişin hemen ilerisindeki villanın kapısına konan tabelada, Avusturya-Macaristan İmparatoru I. Franz Joseph’in (1830-1916) kışlarını bu köşkte geçirdiği yazılıydı. Kasabanın modern tarihi 1844’te zengin bir tüccarın bir malikane inşa ettirmesiyle başlamış. 1873’de demiryolu bağlantısı kurulunca turistik faaliyet hızlanmış. Turist derken Avrupa aristokrasisinden söz ediyoruz. Avusturya Rivearası olarak anılmaya başlanmış. 

Yolun devamında da akla ziyan bahçeleriyle başka köşkler yan yana sıralanıyordu. Devasa meşe, kestane, defne, manolya ve kafur ağaçlarının arasından yürüdük. Bazılarının kökleri civardaki taşları da bünyelerine katarak genişlemişti ve yol birkaç kilometre sürerek bir sonraki kasabaya kadar gidiyordu. 20-25 dakika kadar yürüdükten sonra, karanlık bastırmaya başladığı için geri döndük, bu arada nefis sokak lambaları da yandı. Kayaların içinde yer yer oluşan cepler vardı, buralara denize inen merdivenler oyulmuş ve üzerinde birkaç kişinin güneşlenebileceği küçük platformlar yerleştirilmiş. Hepsi zaman içinde, farklı farklı ve sahilin doğal formuna uygun biçimde yapılmış. Koyağa döndüğümüzde mendireğe yakın bir levha gördük. Dalmaçya’ya has “bora” ve “yugo” yerel rüzgarları saptayıp, isimlendiren bir meteoroloğun, hatırası yad ediliyordu. 

Lokantada, camekanlı bölümde, sekiz kişilik bir Alman masanın servantı gibi duran küçük bir masaya sıkıştık. Bizim hatamız, çünkü yer ayırtmayı unutmuştuk. Neyse ki daha şarabı beklerken cam kenarında geniş bir masa boşaldı ve garson bizi oraya aldı. İkram olarak cam bardak içinde karalahana püresi, karides, havyar, buğday ve üstünde köpük olan bir başlangıç getirdiler. Çok lezzetliydi. Özellikle de derin bir aroması olan soğuk beyaz şarapla birlikte. Sonra tuna balığından yapılan turşu ve siyah ekmekle servis edilen aperitif geldi. İçinde ne olduğunu tam kestiremediğimiz (alkol, tatlı, kırmızı erik ya da kurutulmuş domates) şahane bir sosla servis ediliyordu. Levrek çok iyi pişirilmişti ve yanında ıspanak ve patatesli bir garnitür vardı. Sibel’in karidesli risottosu tek kelimeyle göz yaşartıcıydı. Üzerine bir de kocaman bir kerevit yerleştirmişlerdi. Doymuştuk ama duramıyorduk. Haşerat-ı bahriyeyi öldürmek için votkalı limon sorbe paylaştık. Hesabı beklerken ikram edilen brendileri yudumladık. Tartışmasız, hayatımızda yediğimiz en iyi yemeklerden biriydi. 

Yanıtla