Merkeze yürüyerek üç dakika uzakta, deniz kıyısında bir apartta kalıyoruz. Sabah çıktığımızda hava hafiften atıştırıyordu. Kahvaltı ederken yağmur şiddetini arttırdı, Cenova’da fırsat bulup gezememiştik, bu kez koşar adım Deniz Müzesi’ne sığındık. Gemi maketleri, pusulalar, kumpaslar, usturlaplar gördük. Bir iskandil ve birbirinden güzel haritalar, deniz tabloları, piştovlar ve kılıçlar…
Saat 12.00 gibi şehirden çıktık ve ortalama 40-50 kilometre hızla yola koyulduk. Google Maps, 220 kilometrelik yol için tahmini varış süresini 4 saat 20 dakika olarak verdi. Yani iki bin yıl önce Roma yolunda ilerleyen atlı postadan hallice. Tek şeritli yolda, kamyonların ve tırların arasında dayak yiye yiye ilerlemeyi sürdürdük. Mübalağa sanatı bazen kaçınılmazdır. Keçi yolundan hallice bir yoldan ve yukarıdan aşağıya giderek debisi artan bir dere yatağının içinden dağa tırmandık. Çoğu yerde iki araba yan yana geçemiyordu. Arnavutluk sınırına yaklaştıkça minareler arttı. Zirvede açık bir lokanta vardı, onun bahçesinde oturup çatılardan oluk oluk akan yağmuru ve aşağıdaki yeşil vadiyi izleyerek köfte yedik.
Bu kadar çileden sonra sınır geçidinin rahat olmasına şaşmalı, böyle bir havada ve bu mevsimde kim gelir geçer buradan. Mimari zaten pek matah değildi, sınırı geçince daha da kötüledi. Şimdiden memlekete dönmüş gibi hissettik. Durres’te konaklayacağımız devasa otelin önüne park ettiğimizde, arkada kulübe kapısı gibi bir yerden içeri girdik ve resepsiyon da oracıkta, ayakları sallanan bir masadan ibaretti.
Durres, Erzem ve Ishem ırmakları arasındaki düz bir alüvyon ovada, M.Ö 7. yüzyılda Yunan kolonisi olarak kurulmuş ve o günden bugüne varlığını kesintisiz sürdürmüş. 1912 Balkan Harbi’ne kadar yaklaşık 400 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmış. İsminin kaynağıyla ilgili rivayet muhtelif, Osmanlı döneminde Dirac adıyla biliniyormuş. 1980’lerin sonunda II. Dünya Savaşı sonrasında, Arnavutluğu kapatan diktatörün adıyla anılır olmuş: Durres-Enver Hoca.
Orta yerinden kolonların geçtiği geniş ama eğri büğrü, kötü döşenmiş odanın karanlığıyla, açık balkon kapısından gelen ışığın arasında duran masada oturmuş viski içiyor, gökyüzünün bitmeyecekmiş gibi görünen ses-ışık gösterisini izliyor ve dışarı çıkıp çevreyi şöyle bir kolaçan etmek imkanı olmadığı için, internetten kentin tarihiyle ilgili bir şeyler öğreniyorum.
Durres Körfezi’nde göz alabildiğine uzanan bu kumsal, Arnavutluk’da deniz turizminin merkeziymiş. Ama hem sezon sonuna yaklaştık hem de hava muhalefeti var, o yüzden ortalıkta in cin top oynuyor. Denizin ortasına doğru uzanan bir iskele ve ucunda dairevi bir kafe-bar var. Balkondan bakınca uzay istasyonu gibi duruyor. Yarım saat kadar sonra, serpintinin şiddeti azaldığında, kumun üzerinde ayak izlerimizi bırakarak oraya doğru yürüyeceğiz. Eski bir filmin içine düşmüşüz gibi hissedeceğiz. Masalar, sandalyeler, bar, içerde ve dışarda oturan bir kaç kişi de bu algımızı destekleyecek. Bir tek deniz ve gökyüzü, şimdiki zaman gibi duracak ama onlara bakıp da dönem hakkında bir tahminde bulunulabilir mi?
Akşam, otelin kumsala açılan restoranında yemek yerken dışarıdan cuş-u huruşa gelmiş birinin boşalttığı şarjörün çata-patası duyuldu. Eski kavimlerde olduğu gibi, gökyüzüne tebelleş olmuş Ye’cüc Me’cüc’leri mi kovalamaya çalışıyordu, yoksa Arnavutluğundan mı sıkıyordu? Sibel, nedense bir turist şaşkınlığıyla -çünkü Türkiye’de de kafasına esen saydırır-, o sıra masamızın kenarına gelmiş olan garson çocuğa “Bu ses nedir?” diye sordu. 15’inde var yok, bir oğlan çocuğu. Utanmış, gülümsüyor ve soruyu nasıl geçiştirebilir, onu düşünüyor.
Arnavutların silaha düşkünlükleri ve inatçılıkları kimsenin meçhulü değildir. Sovyet blokunun yıkılmasından sonra ülkeden kaçmak isteyenler, Durres limanındaki gemileri silah zoruyla kaçırıp -evet, korsanlık!- İtalya’ya sığınmışlardı. Sadece 1991 yılında sayılarının yirmi bin kadar olduğu söyleniyor. Sibel’e bunu anlatıp, bir şarjör kurşunun lafı mı olur canım, demeye getiriyordum. Biliyorum birileri ölebilirdi, hatta ölmüştü belki de! Neyse ki o sırada bir facebook paylaşımından yola çıkarak, güzelliğin acı verebileceği üzerine konuşmaya başladık. Epey de sürdürdük. Bir de sabah kalkınca ne konuştuğumuzu hatırlayabilseydim.