Balkon

El Greko Oteli’nin beşinci katındaki odamızın balkonundan, ip gibi uzayıp giden Egnatia Caddesi’ne bakıyordum. Mayıstı. Atina’dan bindiğimiz tren, son bölümü dağlar arasında geçen altı saatlik bir yolculuktan sonra bizi, Nuh nebiden kalma Selanik Garı’na bırakmıştı.

İnsan daha önce hiç gitmediği bir şehre ayak bastığında, yepyeni işaretler dünyasının içine düşüyor. Bu işaretlerin anlamlarını sökmeye çalışırken, aklımız kadar duyularımız da işin içine giriyor ister istemez. Tıpkı, biriyle ilk kez tanıştığımızda, somut endenlerini tam olarak bilemesek de o kişiyle ilgili -doğru, yanlış- bir intiba edinmemiz gibi, bir kentle ilk kez karşılaşmak da bizde kimi intibalar uyandırıyor. Benim Selanik ile ilgili ik intibam, burasının bir balkonlar şehri olduğuydu. Daha gardan dışarıya adım attığımız andan itibaren, nereye kafamı çevirsem, bakışım ince uzun balkonlar tarafından kuşatılıyordu. Bu, otele kadar yaptığımız yaklaşık on dakikalık taksi yolculuğu sırasında da sürdü. 

Bunda ne var, denebilir? Doğrusu o sırada ne olduğunu tam olarak ben de bilmiyordum, ama bu balkonlarda bana tuhaf gelen bir şey olduğundan emindim. 

Ancak otele gelip yerleştikten, ılık bir duş yaptıktan, akşam yemeğine çıkmak için Sibel’in işlerini bitirmesini beklemeye başladıktan sonra, balkondan cadde boyunca gözüken diğer balkonlara bakarken, tuhaflığın ne olduğunun ayırdına vardım. Bu şehirde balkonlar, ne bir türlü atılmaya kıyılamayan ıvır zıvırla ya da su tanklarıyla doluydular, ne kuzey ve Akdeniz balkonlarından alışık olduğumuz çiçek tarhlarını çağrıştırıyorlardı ne de geldiğimiz şehirde, İstanbul’da olduğunca, varlık koyumları tehlikedeydi. Sadece boştular. 

Yanıtlanması gereken soru da tek tek bütün o boşluklarda duruyordu. Şimdi o ilk anı hatırlamaya çalıştığımda görüyorum ki, benim için Selanik üzerine düşünmek, balkon üzerine düşünmekle başlamış. Kısa bir süre sonra kendimi, kendime sorduğum “Bir görme ve görülme mekanı olarak, balkonun miadı ne zaman doldu?” sorusuyla baş başa buldum. 

Öyleyse biraz soluklanıp, Manet’nin “Le Balcon” tablosuna yakından bakmama izin verin. Manet, adı geçen tabloyu yaptığında yıl 1869’du. Tabloda yeşil ahşap panjurları, yeşil demir korkuluklarıyla bir balkon resmedilmişti ki bu genel hatlarıyla, benim Selanik’te gördüğüm balkonlara çok benziyordu.

Manet: Le Balcon

Tablodaki balkonda ikisi kadın biri erkek üç kişi vardı. En önde pufa oturmuş, kapalı yelpazesiyle genç kadın. Onun bir adım gerisinde ve solunda, ayakta, kucağında kapalı bir şemsiye tutan orta yaşlı başka bir kadın ve ikisinin de arkasında, evin loşluğuyla balkonun aydınlığı arasındaki eşiğe yerleşmiş, mağrur erkek. Üçü de bakımlı ve şıktılar. İlk bakışta insan onların halkı selamlamak için saray balkonuna çıkmış kraliyet mensupları ya da opera balkonundaki soylular olduklarını düşünüyordu. Oysa biraz daha dikkatli bakıldığında burasının, yeni palazlanmış bir burjuvanın balkonu olduğu anlaşılıyordu.

Manet, tıpkı Baudelaire’in flaneur’u işaret etmesi gibi, yeni zamanla ilgili bir şeyi işaret ediyordu bize: Varlık’ımız artık, ancak kitlede arzu nesnesi uyandırabildiği oranda anlamlıydı. 

Arkadaki oda loştu tabloda, orası hala özel ve mahremdi, ama bunun o güne dek bilinen mahremle alakası yoktu artık. Pandoranın kutusu açılmış, cin şişeden çıkmıştı. Bundan böyle bambaşka değerler egemen olacaktı dünyaya. Manet’nin Balkon’u, bizi görme ve görülmenin modern anlamı üzerine düşünmeye zorluyordu. 

Le Balcon tablosundan 40 yıl sonra Sigmund Freud bu yeni durumun ortaya çıkarttığı insan doğası üzerine çalışa-düşüne “Schaulust” kvramına vardı. Freud’e göre, insanda hem merak ama hem de zevk içeren bir görme ve görülme arzusu vardı. Üstat çok sık rastlanan iki biçimini aktif ve pasif olmak üzere ikiye ayırmış; aktif olanı voyeurism (rontgencilik), pasif olanı da egzibisyonizm (teşhircilik) diye nitelendirmiş ve ikisini de sapıklık kategorisi içine almamıştı. Freud’a göre bunlar insanın doğal halleriydi. 

Bu doğal haller 20. yüzyılda çiçek gibi açılıp, başrol çaldılar. Öyle ki 1960’a gelindiğinde, yani Manet’nin tablosunu yapmasından bir asır sonra, Michael Powell adlı bir İngiliz sinemacının “Peeping Tom” filmine bakarken buldu insanlar kendilerini. Powell’e göre varlık, kendini teşhir etmekle de huzur bulamıyordu artık, gerçeklik kazanabilmesi için mutlaka kamera tarafından kaydedilmesi gerekiyordu. Filmde, Peeping Tom’un kullandığı tripot’un üç ayağından biri keskin bir silahtı, kamera da mitralyözü andırıyordu.

Kameranın mitralyözü andırdığı çağda, balkon da çoktan ömrünü tamamlamış olmalı. Şahsen balkonlu bir gökdelen hatırlamıyorum. 

Oysa Selanik hala bir balkonlar kenti, ama boş balkonların…

Bir geçiş yeri burası. Otel balkonundan bakarken görüldüğü gibi iki ayrı kent, iki ayrı zaman var Selanik’te. Tamam kentin doğusuyla batısı da farklı, ama o modern zamanlarda oluşturulan semtler için geçerli, paranın hareketiyle ilgili bir farklılık, oysa kuzey-güney aksında, Aşağı Selanik ile Yukarı Selanik arasında çok daha kadim bir ayrım var ve Avrupa kıtasında bu ayrımı bu kadar net görebileceğiniz tek yer belki de Selanik. Bunu söylerken salt kentsel dokuyu değil, o dokunun içinde yaşayan insanları da düşünüyorum. Böyle bakıldığında bugün bile kenti, Matrakçı’nın bir minyatürüne sığdırmayı deneyebilir insan. 

Öte yandan bunun böyle olması da normal, çünkü Selanik, son zamanlarında -geviş getirir gibi yinelendiği üzere- İmparatorluk’un en Batı’ya dönük yüzü filan da olsa, neredeyse beş yüz yıl boyunca Osmanlı egemenliğinde kaldı. Selanik’te balkonların ön plana çıkmaya başlaması için 19. yüzyıl sonunu, hatta 20. yüzyıl başını beklemek gerekti -ki balkon belki de o sırada tarih sahnesinde çoktan yokuş aşağı gitmeye başlamıştı. 

Düşünün ki Manet, “Le Balcon” tablosunu yaptığında, İmparatorluk’ta belediye ve ebniye (binalar) ile ilgili yasal düzenlemelere yeni el atılmıştı. Selanik’te önemli olayların -diyelim İtkinci Meşrutiyet’in ilanının- balkonlarda yaşanmaya başlanmasına epeyce zaman vardı daha. 

Tarihçi Meropi Anastassiadou, Osmanlı dönemi Selanik tarihi üzerine yazdığı kitabında, İslam hukukunda “bir ev inşa etmek için küçük bir arsa yetiyordu ve eğer mülk sahipleri daha sonra balkon ya da ‘hayat’ ilave etmek ihtiyacı duyarlarsa, kamusal yola ayrılmış mekana taşmakta tereddüt etmezlerdi” diyor. 

Evet ama, hayat’a balkon demek, ne kadar doğru? Semavi Eyice bir yazısında, hayat’ın modern anlamda balkon sayılamayacağını, onun tıpkı çarşaflı bir kadın gibi, nasıl sıkı sıkı örtündüğünü, pek güzel anlatır. O zamanlar Osmanlı kentleri için balkon, Direktör Ali Bey’in 19. yüzyıl sonunda yayımlanan Lehçetül Hakayık’ın da söylediği gibi “aşık tüneği” olmaktan öteye gitmiyordu. (Merak edenler Cumhuriyet balkonuna giriş için, Sezai Karakoç’a bakabilir.)

Otelin balkonunda trabzana yaslanmış, tıpkı bir çekirge gibi oradan buraya sıçrayarak düşünür ve giderek sabırsızlanırken, bir yandan da Egnatia Caddesi üzerindeki, 1925 yılından sonra yapılmış Napoliten binaları seyrediyordum. Manet’nin tablosundaki tertemiz, her köşesi işlenmiş, inci gibi balkon, burada yerini boyasız, bakımsız, kimsesiz ikizlerine bırakmıştı. Öyle ki çoğu otel olan bu binalarda, Selanik’in Avrupa Kültür Başkenti ilan edilmesi dolayısıyla yapılan restorasyon çalışmalarında bile anlaşılan balkonlar, sadece klimaların dış üniteleri takılacağı zaman hatırlanmıştı. 

Gece, daha sonra adının Bara olduğunu öğreneceğimiz Selanik’in namlı batakhaneler semtinde kaybolup, neden sonra kapağı merkezdeki bir meyhaneye attığımızda ve nihayet huzur bulduğumuz otel odasına kavuştuğumuzda, yatağa uzanmış ılık Jack Daniels’ten yudumlayıp, kentin seslerini dinlerken “Selanik : Makedonya’nın balkonu gibi bir başlık belirdi zihnimde. Okuduğum kitaplardan birinde mi vardı bu, yoksa balkon da balkon diye kafamı ütüleye ütüleye sonunda ben mi uydurdum, bilemedim. Ama düşündükçe beylik bir şey gibi geldi ve tadım kaçtı. 

Yeni bir kentle karşılaşma, içinde kaybolma, bir anlama kafayı takma; içki, heyecan, yorgunluk derken giderek sayıklamaya başlıyor insan ve sabah kalktığında hatırlamayacağı bir sürü şey sanki kuyruklu yıldızlarmış gibi akıp gidiyor ardı ardına.Neyse ki uyku var; biraz soluklanıyor insan.

Sabah kalkıp kahvaltıya indiğimizde, açık büfenin önünde bekleşen orta yaşlı, takım elbiseli, iş gezisindeki taşralı tüccarlarla; yüzleri sabah ışığıyla başkalaşmış kadınlar kuyruğunda; uzayıp giden suskunluklar içinde bekleşirken, musallat fikir gelip beni buldu ve ani bir kararla, öncelikle şere bir tepeden bakmayı önerdim. Düşünüyorum da belki bir balkondan demem daha doğru olurmuş. 

Termaikos Körfezi Selanik

Kahvaltıdan sonra yokuş yukarı vurup sur dibinden kaleye doğru tırmandık. Zorlu bir etap ama yorulduğumuza değidi. Sonunda turistik çay bahçesini de geçip biraz ilerisinde bulduğumuz banktan kentin bütününe, Termaikos Körfezi’ne, Olimpos Dağı’na, Karabournaki’ye baktık ve zamanın ağırlığından kurtulduğumuz duygusuna kapıldık. 

Bir vakanüvis olsa, Büyük İskender’in kızkardeşiyle evlenen Kral Kassandros’un MÖ üçüncü yüzyılda tam da bu noktada durarak körfeze baktığını ve maiyetindekilere  buraya karısının adıyla bir şehir kurulmasını buyurduğunu anlatırdı ballandıra ballandıra. Gerçekten de şehre adını veren Kassandros’un karısı Thessaloniki idi, ama adına kurulan kenti hiç görmemişti. Kent onun ölümünden sonra Makedonya’da ortaya çıkan taht kavgası sırasında kurulmuştu. 

Bankta oturmuş, daha önce gravürlerde, kartpostallarda, fotoğraflarda gördüğümüz ölümsüz kente bakıyoruz. Özellikle kimi renkli, ya da sonradan renklendirilmiş eski kartpostallarda görülen tuhaf renkler de orada bu sabah: Uçuk gri bir gökyüzünün altında su yeşili körfez, göz alabildiğine uzanan kırmızı çatılar ve açıkta demirlemiş irili ufaklı gemi gövdelerinin pastel renkleri. 

Dalıp gitmişken, yokuşu tırmanan bir kamyonun homurtusunu duyuyoruz. Dikkatimizin bütünüyle dağılması ise, kamyonun homurtusuyla birlikte, içinde her türlü ıvır zıvırın satıldığı pimapen kulübeden dışarıya fırlayan katanayı andıran teyzenin gürültüsüyle oluyor. 

Kamyon kulübeyi geçtikten biraz sonra, yokuşun daha müsait bir noktasında duruyor; motoru çalışır halde bırakan şoför aşağı atlıyor. Bu arada kadın da telaş içinde ve cüssesinden beklenmeyecek bir cevvallikle şoföre doğru seyirtiyor.

Kalaysiki, kalaysiki!

Kamyon şoförü adam sen de gibisinden bir el hareketiyle yanıtlıyor kadını:

Ebenisiki!

Acaba gerçekte ne diyorlardı?  O an bu sorunun cevabını düşünmekten ziyade, dilin fonetiğinin yarattığı bu benzerliğe gülerek, gülmekten katıla katıla yokuş aşağı yuvarlanıyoruz.

Hoş bulduk!

Selanik / Serhat Öztürk / Can Yayınları / 1. basım 2012

Yanıtla