Gürcü peyzajı

“Sürat felakettir!” yazıyordu yol kenarlarına yerleştirilmiş metal levhalarda. Ne riya ama! Doğanın ırzına geçmek pahasına yapılmış geniş yolları görmezden gelsek bile, arabanın sürat kadranını ne yapmalı?

Lermontov, XIX. yüzyılın ortalarına doğru Tiflis’ten dönerken “küçük yaysız bir araba”yla çıkmıştı yola. Biz XXI. yüzyılın başında Gürcistan’a, saatte ortalama 100 kilometre yapan bir arabayla karar verdiğimizde, pek de akıllıca davranmamakla eleştirildik ve yeterince hızlı olmamakla. “Uçakla gitmek varken,” deniyordu “bir başka alternatif üzerinde düşünmek bile saçma!” Oysa uçakta yolculuk vardı ama yolun kendisi yoktu. Bir şehirden diğerine ışınlanmışsın gibi. Bir peyzajın içinden geçerek, coğrafyanın, bitkierin, mimarinin, insanların değişimini izleyerek ilerlemek bambaşka bir şey. Gel de anlat! Üstelik, ne gerek varsa. 

Karadeniz sahil yoluna Samsun’dan girdik. Ünye (Oinoe), Fatsa (Fanizan), Perşembe (Vona), Ordu (Kotyora), Giresun (Kerasous), Keşap (Cassicipi), Espiye, Tirebolu (Tripolis), Görele (Korolla), Eynesil (Ayvasil), Akçaabat (Platana), Trabzon (Trapezus), Yomra (Gomera), Arsin (Arsine), Araklı (Heraklia), Sürmene (Sourmania) ve Of (Ophis) üzerinden geçerek Rize’ye (Rizios) vardık.

Adı geçen yerleşimlerin 1900’lerin başında yayımlanmış kartpostallarına baktığınızda yamaçlara kurulmuş bir ya da iki katlı, bahçeli evlerden oluşan mahalleler görürsünüz. Sahil bütünüyle kumsaldır; kumun ve denizin üzeri, boy boy ve envai çeşit sandalla, tekneyle kaplıdır. 

Yüzyıl içinde her şey büyük bir hızla değişmiş. Özellikle sahil yolunun yapılmasından sonra kumsal diye bir şey, hak getire. Hızla büyüme tutkusunun sonuçlarından biri olsa gerek, eskinin coğrafyayla uyumlu müstakil evleri yıkılıp yerine en az altı-yedi kattan oluşan apartman blokları dikilmiş.

“Karadeniz sahil yolu buradaki kıyı şeridine ve deniz altındaki canlıların yaşam alanlarına büyük zarar verdi” diye okumuştuk. Doğrudur. Ama aynı şey bu kıyılarda yaşayanlar için ne kadar geçerli, tartışma götürür. Yol boyu uzanan ve bir zamanlar kumsal olan yerin hemen dibine, kumun üzerine dizilmiş, hepsi ayrı telden çalan, devasa apartmanları gördüğünüzde; bir türlü kabullenilmeye yanaşılmayan ayrılıklarda olduğu gibi, ilişkinin yol yapılmadan çok daha önce bitmiş olduğunu anıyorsunuz. Ötesi için olsa olsa bir tüy dikmeden, şahtı şahbaz oldu durumundan söz edilebilir. 

Zaten Rumların, zamanında Pontus Euxinos (konuksever) dedikleri bir denize, kara demişsen ve ondan hep ilençle söz etmişsen daha konuşacak ne var, onu da bilmiyorum. Üstüne, tipik bir “kılıç artığı” haleti-ruhiyesiyle, karbon kopya çoğaltılmış mini mini camiler ile onların göğü delmeye çalışan, ince uzun minarelerindeki orantısızlığı ekleyin… Büyüklük takıntısı, Karadeniz sahil kesiminin neredeyse özeti. 

Belli ki Karadeniz peyzajına nüfuz edebilmek için sahilden ayrılıp iç taraflara girmek, daha bir tepelere vurmak gerekli. Orası hep farklı anlatılıyor. Bir arkadaşım 1970’lerde Yusufeli civarına yaptıkları mağara gezisi sırasında yaşadıkları bir olayı anlatmıştı. Eski bir kilise görmüşler ve oradan geçmekte olan yaşlı bir kadını çevirip “Bu ne kilisesi, nine?” diye sormuşlar. “Gürcü kilisesi,” demiş kadın. Bunun üzerine, “Siz nesiniz peki?” diye sormuşlar. “Gürcü’yük!” demiş. 

Karadeniz sahili Ardeşen’den sonra  değişip başkalaşmaya başlıyor. Zaten Hopa’da, tesadüfen düştüğümüz bir ziyafet sofrasındaki Hopalılar da Lazistan’ın oradan itibaren başladığını, Trabzon, hatta Rize’nin Lazlıkla bir ilgisi bulunmadığını, herkese Laz deyip durmanın Türkiye’nin kalanına özgü bir dangalaklık olduğunu yineleyip duruyorlar. 

Biraz yüksekte, dar bir vadiye bakan yamaçtayız. Göz alabildiğine yeşil, dağınık evler, çay ekili sırtlar ve bir minyatürdeymişçesine uzaktan izlenebilen oyuncak yollar.  Günlerden cumartesi; hatırlı misafirler gelmiş, kazıkların üzerine kurulmuş sundurmadaki büyük masanın etrafında en az yirmi kişi varız. En hatırlı konuk, başköşede oturan 12 Eylül artığı bir paşa. Yanında eski bir emniyet müdürü, onun yanında emekli bir polis ve aktif bir MİT mensubu inci gibi sıralanıyorlar. Bizi de İstanbul’dan gelen nadir kuşlar olarak, sofraya buyur ettiler. Sağ olsunlar!

Haçapuri’ler ve börekler, uzun masada tepsilerle duruyordu, bir yandan da mangal kömürü ateşi üzerine oturtulan bir tavada balık kızartılıyordu. Diğer kayıntıları saymıyorum bile. Rakı ve votka koliyleydi.  Söylemeye gerek var mı, grubun hepsi erkekti; fıkra ve komik anılar anlatma konusunda birbirleriyle yarışıyorlardı ve hedef tahtasında çoğunluk Rizeliler vardı.  Arada bir biri, cüş ü huruş’a gelip elindeki kadehi vadiye doğru sallayarak naralanıyordu, “Ula Tayyip, bin lira da yapsan içeceğuz bu boku!”

Malumu ilan etmek olacak ama, bazı şeyleri ısrarla söylemeli, siz sınırı nereden çizerseniz çizin, peyzajın çizdiği bir doğal sınır var. Gürcistan, Lazistan’la birlikte çoktan başladı. Birçok başka şeyle birlikte içme hikayeleri de aynı. Her seferinde sonsuzluğa varmak istermiş gibi içiliyor buralarda. Yola gideceğimiz için ben usturuplu gidiyordum. Ona rağmen üç kadeh rakı bitmiş ve daha bardağın götü masaya değmeden yeniden dolmuştu. Ksin bir dille içmeyeceğimi söyledim. Ama sözlerimin hiçbir etkisi olmadı. Öyle ki bir süre sonra, gerçekten söyleyip söylemediğimden şüphe eder oldum. Kafayı buldum da söyledim sandığım şeyi söylemedim mi acaba, diye düşünüyordum; yoksa rate bir vantralog gibi karnımdan konuştum da dışarıdan duyulmasını mı bekledim? Ama inat edip bir yudumcuk daha içmedim.  Kadeh orada ben burada, kavuşamayan aşıklar gibi bekleştik. İş ki, bu işin sonu nereye varacak öğrenelim. Tüy, dikilsin!

Netekim, bir süre sonra bardaklar topluca ayaklandığında da kadehimi dudağıma değdirip indirmekle yetindim. Bunun üzerine, evin sahibi olduğunu bu vesileyle öğrendiğim ve tam karşımda oturan zat, doğrudan bana, Gürcistan’da içki içme ritüeli üzerine başından geçmiş bir hikaye anlatmaya başladı. Fıkra olarak da, efsane olarak da kabul edilebilecek türden bir hikayeydi. Dikkat ediyorsanız Lazlık bahsine hiç girmiyorum. 

Bilen bilir, Gürcüler sonsuz, hatta geberinceye kadar içme kapasiteleriyle nam salmışlardır. Ev sahibimiz, Gürcistan’la sınır kapıları açıldıktan sonra, zamanının çoğunu, “hayatının boşa geçen yıllarını telafi etmek” telaşıyla -saygı duyarım!- Batum’da geçirmeye başlamış. Hopa’ya, arabayla 15 dakika uzaklıkta bir yer; ama Sovyet dönemini yaşamış ve sonra sefaletin pençesine düşmüş Batum ile Hopa arasında çok başka kültürel değerler söz konusu. 

Uzatmayalım. Bir gece Batum’da barda içerken bir Gürcü’yle destansı biçimde kapışmışlar. Votka şişeleri kukalar gibi devrilmiş. Allah’ın izniyle bir süre sonra Gürcü ayakta duramaz hale gelmiş, kollarına girip götürmüşler.  Ev sahibimiz zafer sarhoşluğu içindeyken, yıkılan Gürcü’nün kardeşi yanaşmış yanına. Meğer adam bir süredir bunların çarpışmasını izlemekteymiş. Bizim ev sahibine birlikte içmeyi teklif etmiş. Aynen kendi sözleriyle yazıyorum: Gece, Hopa’ya ambulansla getirmişler. 

Hikayesi bitince kadehini kaldırıp kadehime vurdu. Dudağımı ıslatıp kadehi masaya bıraktığımı görünce doğrudan masaya seslenerek, “Bunu Batum’da yıkamazlar” dedi. O sıra, hakkımda iyi bir şey söylediğini düşünmüştüm.  “Yıkamazlar” lafı bu düşüncemi pekiştiriyordu. 

Zamanı geldi, teşekkür edip vedalaştık. Sarp sınır kapısından geçtik ve sihirbazın parmak şıklatmasında olduğu gibi, görünüm bir anda değişti, doğayla uyumlu bir mimari peydahlandı etrafta. Batum’a varıp bir otel yerleştikten; Hopa’nın kurtulunması hiç de kolay olmayan misafirperverliğinin yıkıcı uzantısıyla, metazori bir Gürcü evine konuk olduktan ve kim bilir kaçıncı şişe açıldıktan sonra, gündüz yaşananları düşünürken birden jeton düştü. Yıkamazlardı, çünkü düelloya icabet etmezdim. Yani bu coğrafyada yetişmiş bir erkeğin asla yapmayacağı, yapmayı düşünemeyeceği bir şeydi benimkisi. Belli ki arkamdan pek de iyi şeyler söylenmemişti. Ayıldım!

Batum, başlangıçta hedeflediğimiz yerdi, oraya varmıştık ve mutsuzduk. Şehirin içi Sovyet tipi bloklardan ve sahilde yeni yapılmakta olan gösterişli turistik yapılardan ibaret gibiydi. Yollar kazılmıştı, evlerin çoğunda ışık yoktu, oteller, insanlar, marketler baygındı. Belli ki burada kalırsak yazın hayatiyet kazanacak bir tatil beldesinde eşelenip duran tuhaf yaratıklar olarak geçecekti günler.  Mevsim dışı olan bizdik: Mafyöz tiplere benzemiyorduk, kumar oynamayacaktık, kadın arar bir halimiz de yoktu.  O halde?

Sabah kalktığımızda, otelin lobisinde otururken aynı soruyu kendi kendimize sorduk; yine de arabaya atlayıp büyük bir Batum turu attık. Şehir suskunluğunu koruyordu. Derken karşımıza bir “Tbilisi” tabelası çıktı; uhrevi bir işaret değildi elbette, yine de bizi baştan çıkarmaya yetti. 

Kuzeydoğuya doğru ilerlemeye koyulduk. Bir süre sonra hafifçe tırmanmaya başladık ve kuzeydeki Kafkas  sıradağlarının yamacındaki vadiye doğru ilerledik. Tepelerin arasında kıvrıla büküle, ine çıka yol aldık bir süre. Mart ayının sonuydu, şahane bir bahar havası vardı; etrafımız tabiatla çevriliydi ve ortalarda tek bir insan bile görünmüyordu.  Sanki yüz yıl önce, insanın henüz pıtrak gibi çoğalmadığı bir dünyada yol alıyorduk. Meyve ağaçları pembe-beyaz tomurcuklanmıştı, sarmaşıkların dolandığı büyük ağaçların çoğu çıplaktı henüz.  Durup bir süre baksak dallar üzerinde elektrik akımına tutulmuş gibi hareket eden sincapları görebilirdik. Her boşluk üzüm bağlarıyla doluydu; onların gerisinde zaman zaman tek katlı taş bir ev görür gibi oluyorduk ama ne dumanı tütüyordu ne de başka bir yaşam belirtisi vardı.  Belki de bu yüzden, şimdi hatırlamaya çalışırken canlı olması gereken renkler zihnimde pastel gibi kalmış. Arada bir pürüzsüz gökyüzünde süzülen alıcı bir kuş görüyorduk ama buraların övünç kaynağı  altın kartal, daha kuzeyde ve yükseklerde olmalıydı. Arabanın motor gürültüsü olmasa, dünyanın kuş seslerinden ibaret olduğuna inanabilirdik. 

Ağaçların kuytularında ak göğüslü kirpilerin, porsukların, vaşakların, tilkilerin ve yaban domuzlarının varlığını Kafkasya faunası üzerine okuduğumuz kitaplardan biliyorduk; son leoparın 1954’te öldürüldüğünü de…

Siegfried Halus : Uyuyan Adam

Bu olağanüstü güzellikteki eski zaman peyzajı içinde, Siegfried Halus’un, yıllar önce gördüğüm ve zaman zaman dönüp bakmaktan kendimi alamadığım fotoğrafı süzülerek geldi. Fotoğraf, ıssız bir yol kenarında, sandaletlerini yanına koymuş, uyku tulumunda uyuyan bir adama aitti.  Belli ki derin uykudaydı.  Toprağın üzerinde sırtüstü yatışındaki rahatlıktan, dünya yıkılsa umurunda olmayacağını anlıyordunuz.  Fotoğrafı gördüğüm ilk anda, beni bu kadar etkileyenin ne olduğunu sormuştum kendi kendime: Korku ve gıpta sözcüklerini orada hazır bulmuştum. 

Korkmuştum, çünkü böylesine savunmasız olmak içimi titretmişti ama tam da aynı sebepten toprağın üzerine uzanmış uyuyan adamın, dünyayı evi bellemiş hafifliğine, bir vaade bakar gibi, gıptayla bakarken bulmuştum kendimi. 

Yıllar içinde Halus’un fotoğrafıyla kurduğum duygusal ilişki değişmediyse de fotoğrafın kendisi gözümde epey değişti. Giderek, o ilk bakışta dikkatimi çekmeyen kimi ayrıntılar görür oldum yavaş yavaş. Kadrajı bir samuray kılıcı gibi ortadan ikiye bölen dikenli telleri; güneşin varlığını hissettirdiği ama aydınlığını dünyamıza yansıtamadığı puslu üst yarıyı. 

Peki ama evlerin, kalelerin bizi koruyacağı yanılsamasında olduğu gibi, bu adam da o dikenli tellerden mi medet umuyordu? Dikenli tellere takılınca adamın uyuyan kutsal başından uzaklaşıp ayaklarına bakmak mümkün oldu ve hiç şüpheye yer bırakmayacak şekilde orada bir başka uyku tulumunun varlığı belli oluyordu. Acaba o da uyuyor muydu? Öyle olsa bile, fotoğrafçının kadrajı da düşünüldüğünde, belki de kocaman bir kamp yerinin bir köşesinde uyuyorlardı. Biraz ileride ateş yanıyordu belki de başında kahve yapan, sigara saran, şakalaşan insanlar vardı. Bu durumu tamamen değiştirirdi elbette; şaşırtıcı olan, bütün bunları düşündükten sonra bile, toprağa gönlünce uzanmış uyumakta olan adama gıptayla bakmaya devam ettiğimi fark etmem oldu. Diyeceğim, o fotoğraftaki duyguyu, Gürcü peyzajı içinde de bulabiliyor insan. Şiddetin eksik olmadığı meşakkatli bir coğrafya, sert insanlar… Ama öte yandan huzur içinde yol kenarına yatıp uyuyabileceğiniz vaadini de içinde taşımaya devam ediyor hala. 

Bir zamanlar Kolkhis Krallığı’nın hüküm sürdüğü topraklardan geçiyorduk hanidir. Argonotlar da, milattan bir hayli önce, “Sürat felakettir!” ibaresini iplemeden, adına Argo (Süratli) dedikleri gemileriyle bu topraklara gelmiş ve bizim şimdi yaptığımız gibi içerilere ilerlemişlerdi. Altın Post’u arıyorlardı, ama önce Medea’yı buldular.  Yok öyle değil! Doğrusu, onları bulan Medea’ydı: Mitolojinin kanlı büyücüsü! Büyüyü var eden büyücü değildir oysa; büyü arzusu, büyücüyü yaratır. Büyücü,  günahı taşıyan keçidir; bir kurban. Medea, kardeşini lime lime doğradığı ya da çocuklarını öldürdüğü için değil, kurbanlık rolünü benimsemediği için lanetlenmişti.  Passolini’nin Medea filmindeki  Kentaur’u (Atadam), ileride Altın Post’u aramaya gidecek İason’a, “Doğa’da, doğal olan hiçbir şey yoktur,” demişti. “Bunu hatırla!”

David Kakabadze : Annem

Sonunda insanların olduğu bir yere vardık.  Siyah kıyafetleri içinde yolun iki kenarına toplanmış duruyorlardı.  Kimileri de oracıktaki deme çatma bir-iki tezgahın üzerine eğilip kalkıyordu. Epeydir yoldaydık, akşamdan kalmaydık ve midemiz kazınmaya, dilimiz damağımız kurumaya başlamıştı. Durduk. Tezgahlarda kıyafetler vardı ve her yerde ormandan toplanmış çalların bir araya getirilmesiyle yapılmış, her biri değişik formda şahane çalı süpürgeleri satıyorlardı.  Köşedeki bir bakkal dükkanına girdik; ne sandviç, ne gofret, ilaç olsun ağza atılacak bir şey yoktu. Su aldık, el yordamıyla bir lokantanın yerini öğrendik ve iki yanı ağaçlıklı, tek katlı bahçeli evlerden oluşan geniş ve ıssız bir cadde boyunca pergelleri açtık. Epey gitmişiz. Mamafih bilinmeyen yol hep uzun gelir. Bir-iki bahçede- ellerinde çalı süpürgesi, düpedüz toprağı süpüren rüya gibi yaşlı kadınlar vardı. Günlerden pazardı. Yürümeyi sürdürdük. Ortada lokanta mokanta yoktu.  Bazen uzakta yürüyen bir-iki genç görüyorduk ama onlar da göründükleri gibi apansız sırra kadem basıyorlardı.  Neden sonra düz duvarda, iki basamakla çıkılan bir oyun bulduk, orası bakkaldı. Genç bir kız vardı içeride, ekmek, peynir ve içecek bir şeyler aldık. Siyah bir köpek dışında kimsenin olmadığı bir parka oturduk, evlere ve tren yoluna bakarak sandviçlerimizi iştahla yedik. 

Yeknesak bir ovadan geçtik sonra; evler çoğalmıştı, kamyonlar ve nispeten insanlar da. Önümüzdeki aracı takip ettiğimizi sanırken, birden yolun ortasındaki bir inekle karşı karşıya bulabiliyorduk kendimizi. Bunlar Kafkasya’nın “kendi yoluna giden inekler”i olmalıydı. Sığır sürülerinin koruyucu tanrısı Ahin’in seçilmiş inekleri. Ölüme yazgılı olduğu için, kendi sütüyle yıkanma şerefine nail olmuş, kutsal inek. 

Kutaisi’nin çıkışında, “küskün atölyeler sokağı” gibi bir yolu geçtikten hemen sonra sağda, 20 metrekarelik bir büfenin önünde çalışır vaziyette iki araba duruyordu. Bu  bütün yol boyunca gördüğümüz tek büfeydi.Biz de durduk ve hep beraber indik. Böylece yabancılığımız da tescillenmiş oldu. Çünkü Gürcülerin arabalarında kadınlar ön koltukta oturuyor ve büfenin önünde siparişleri bekleyen adamlara gerekirse camdan talimat veriyorlardı. Zaman fevkalade ağır akıyordu. Büfeyi, akşam olsa da rock bara gitsem haleti-ruhiyesinde bir genç kız işletiyordu ve Sisyphos’un bıkkınlığı onunkinin yanında halt etmişti. Yine de orada kıza, boş araziye, yıkık-dökük atölyelere, köpeklere bakarak kahve ve sigara içmek, benzersiz bir duyguydu. 

Sonrası, ikiyanı bir metre yüksekliğinde beton duvarlarla çevrili, boş bir arazinin içinde beton duble yolda, süratle Tiflis’e varma çabasıydı. Bir saat sonra solumuzda kadim Kura Nehri belirdi ve biz önce geniş bir caddede ilerleyip sonra girişinde,  at üstünde duran ve elinde gürz olan devasa bir adam heykelinin olduğu Aşk Köprüsü’nden geçerek, masal gibi bir şehirden içeri girdik. 

Tiflis / Serhat Öztürk / Can Yayınları / 1. basım  2013.

Yanıtla