Bahçe

Arka taraf silme limon ağacı doluydu, önde yabani otların rüzgarı. Bahçenin tam ortasında, devasa dut ağaçlarının altındaki taş ev, mağarayı andırıyordu. Önündeki su basman çatlaktı ve ortasından pembe bir zakkum fışkırmıştı. Köşede buz gibi suyu ve şahane gıcırtısıyla tulumba duruyordu.
Baktım tek eksik üstüne yatacağım bir kerevetti. Çekiçle biraz çivi aldım, tahtalar bahçenin demirbaşıydı. Yaratık gibi bir sedir yaptım, kilim serdim üstüne, cırcır seslerinin gölgesine uzandım.
Temmuzdu.
Bir zaman böyle geçti. Derken biri geldi, hoşbeş ederken “ağaçları sulamak gerekir” dedi. Öyle ya, ağaçları sulamak gerekirdi. Motor da vardı kuyuya bağlı ama bir türlü su basmıyordu. Bir bilen aramaya başladım, dört dönüp.
“Hava yapmıştır”, dediler. “Motorun kapağını aç, su doldur.”
Motorun kapağı iğne deliği çıktı. Bir saat elde çaydanlık iki büklüm uğraştım. Elde var sıfır.
Hortumun klapesi diye bir şey olduğunu öğrendim neden sonra. Kumluka’da vardı.
Suladım sonunda, bu kez ağaçların altını ayrık otu bastı. Bir kez kerevetten kalktıktan sonra zincirleme bir reaksiyona dönüştü hareket. Dünyanın en eski hikayesinin içine düşmüştüm, ama hep söylendiği gibi geri dönmek için çok geçti. Bir ara soluklanırken düşündüm de, geriye dönme olasılığı bütünüyle saçmaydı.
Nasır tuttu ellerim, toprak ateş gibiymiş tabanlarımı yaktı. Salyangozlarla tanıştım, akrep gördüm kabuslarımda, kaplumbağa, kirpi ve yarasa bizimle aynı uzamda takılıyorlardı.
Alışıyor insan hep söylendiği gibi, yiterken o ilk bahçenin lezzeti. Ben ki doğal bahçeleri sevdiğimi söyler dururum, ama bir Japon bahçesi görmüşlüğüm de yoktur.
Avutuyor insan kendini. Ağaç dikip, çiçek ekerken, budanan ağaçlardan çardak, çıkan taşlardan yol yaparken tanrısal bir teselli buluyorsun.
Sonra başkaları da geldi. Mağara ıslah edildi, telle çevrildi bahçe. Paraya tahvil edilmeye karar verildi, madem ki burada yaşıyorduk, değil mi?
Pansiyonerlerden birinin çocuğu kum ve taşla öldürdü hanidir unutmuş olduğumuz tulumbayı. Onun tedavülden kalkmasıyla, hayatımızın gıcırtısı da duyulmaz oldu. Zakkum çoktan kesilmişti zaten. Şebeke suyu gelmişti arada ve bahçeyi sulamaya işçi. Düzenle-düzülen arasındaki sonsuz gelgit…
Nihayetinde anladım ki, ne yaparsam yapayım, Göçmüş Kediler Bahçesi -ne laf ama!- olmaktan kurtulamayacak burası da. Biliyorum çok basit bir şey sözünü ettiğim. Giderek basitleşmesi gibi kayaların, denizin, akşam alacasının… Öyleyse biriken bu ustura keskinliği neden çizgilerinde?
Akdeniz için siesta zamanı. Uyku da denemez, bayılmışım. Ne sıcak, ne sinek; rüzgara uyandım. Tere batmışım.Şu altı dönümlük bahçeyi görüyormuşum rüyamda, ormanmış, birileri ağaçları kesip tarla açmış, onlardan almışım, benim olmuş!
Her şey öyle tuhaf, öyle inanılmaz, öyle saçma sapan geldi ki denize doğru yürürken.
Ağaçlar olmasa yitip gidebilir insan.

 

…VS dergisi.  Sayı:1. Eylül 2005. 

Yanıtla