Çöööp çıkaram!…

I.

O sıralar meyhane işletiyordum; bu vesileyle tanıştığım ve sohbeti ilerlettiğimiz bir zat, uzun gecelerden birinin sonunda, “Pazar günü işin yoksa seni bir yere götürmek istiyorum”, dediydi. 2007 sonları yada 2008 başları olmalı. Kadıköy Bahariye’de, Kurbağalıdere’ye inen yokuş aşağı sokaklardan birinde, hemen girişteki dükkandan içeri adım attığımızda saat öğleyi bulmuştu. 

Uzun ince bir mekandı, duvarlarda metal raflar ve onların içinde duran fazlasıyla sıradan kitapları hatırlıyorum. Daha çok içleri kartpostal ve fotoğraf dolu ayakkabı kutuları kaplamıştı rafları. Yerlerde ise tıka basa kağıt dolu naylon sepetler duruyordu. Ortada, neredeyse bütün dükkanı kateden ve sonunda  bir mimar cetveline dönüşen masa ve masanın etrafına toplanmış, 30 – 70 yaş aralığında, çöp atlamamaya yeminli yirmiye yakın adam, padoktaki yarış atları gibi gergin, eşeleniyorlardı.

İyi saatte olsunlar!

Bir süre ortalığı izledim. Derken o adamların en acayiplerinden Şişman Mehmet nam biri, ayakta söz alarak, çöp müzayedesini başlattı. O gün bir şey almadım, almaya niyetlenmedim bile. Sadece ağzım bir karış açık, ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordum.

Doğaldır haftaya bir daha gittim, sonra bir daha… İlk aldığım şey bir Kız Kulesi kartıydı. Onu almamın sıradan bir hikayesi vardı: İstavrit corumu Salacak önlerine kaydığında, dedemin sandalıyla Kız Kulesi önünde avlanırdık; sabit pozisyonda kalmak için motor rölantide ya da kürekle akıntıya karşı durumumuzu kontrol etmeye çalışarak, çoğu zaman ikisini harmanlayan bir çabayla.Aldığım karta baktım. Bu çöpten mi çıkmıştı, bilmiyordum? Ama buna çöp denemeyeceğine, en azından benim böyle demeyeceğime emindim?

Sonunda, Şişman’la ucuz bir ocak başına gittik, epey lafladıktan sonra baklayı ağzımdan çıkardım: Bütün bu süreci filme çekmek istiyordum. Kabul etti. 

İMÇ’nin arka sokaklarında, Tophane’deki çöp depolarında, Karagümrük’ün diplerinde dolaştık.  Bizans’dan kalma karanlık dehlizlere girip çıktık. Küçükpazar’da terkedilmiş, yıkılmayı bekleyen, elektriği ve suyu olmayan, işgal edilmiş binalar vardı, el arabasıyla satıcılık yapan, çöp toplayanların balık istifi girip yattıkları ranzalarla doluydu içleri. 

Adanalı Ahmet abi, o binalardan birinin üçüncü katındaki deliğe kurmuştu tezgahını. Bir gün onu beklerken aşağı koğuşlardan birinde yarım saat geçirdim. Yandaki odadan sızan çok loş bir ışık huzmesinin aydınlattığı sofada, küçük formika masanın üzerinde, bakışları karşısındaki duvara kilitlenmiş, peynir ekmeğini kemirerek oturuyordu adam. Derdimi dinledikten sonra, duvarın dibindeki diğer bir sandalyede yer göstermişti baş hareketiyle. Geçip oturmuştum. Şiddet elle tutulur haldeydi ve sessizlik bunu öyle dayanılmaz hale getiriyordu ki, klasik muhabbet sözcüklerine sığınmayı denemiştim. Oturduğum noktadan fanilalı sırtını görüyordum belli belirsiz ve kutsal ekmeğiyle duvarı arasına giren boş sözlerimin onu iyice zıvanadan çıkartmakta olduğunu seziyordum.  Sustum, çaresiz. Çıkıp dışarıda beklemeyi sürdürebilirdim kuşkusuz, ama bundan alınacağına ve yanlış anlamlar çıkartacağına adım gibi emindim. Camus’nün Yabancı’sı gibi beni öldüreceğini ve sonrasında bunun için makul bir açıklama bulamayacağını düşünüyordum.

Selimiye’de bir ölünün evine gittik. Emekli albaydı ölen. Kimsesi olmadığı için dairesini bir hayır kurumuna bağışlamıştı. Hayır kurumu daireyi almış, içindeki eşyaları açık artırmayla satmıştı. İhaleyi kazananlar eve gidip değerli çöpleri almışlardı (altın, gümüş, pırlanta, para), sonra değersiz çöpler için (kağıtlar, kitaplar, fotoğraflar, dergiler, objeler) Şişman’ı çağırmışlardı. Ondan sonra da başkaları girecekti eve belli ki.

Çekim sürecinde en çok duyduğum söz “Çekme!”, oldu. Bazen rica, çoğu zaman tehdit tonunda.

Çöp toplayan insanlar, hele gençler, bu şekilde görülmek fikrinden büyük rahatsızlık duyuyorlardı. Belli ki Anadolu’da kalmış yakınlarına kendileriyle ve yaptıklarıyla ilgili başka hikayeler anlatıyor, büyük yalanın içinde yoğuruyorlardı kendi hikayelerini.  

Anadolu’dan ilk gelen çöpçüler, belki de belediyenin kadrolu elemanı olarak çalıştıkları için, böyle bir halet-i ruhiye içinde değillermiş oysa. 1960’larda gazetecilerle röportaj yapmışlar, boy boy fotoğraf çektirmişler. Sivas, Tokat, Kastamonu, Çorum gibi Orta Anadolu illerinden geliyorlarmış ve istisnasız hepsi bağlı bulundukları belediye şubesine ait koğuşlarda yatıp-kalkan “diyar garibi bekar uşaklar”mış. 

12 Eylül sonrası, diyelim 80’lerin ortasına doğru kente akmaya başlayan insan seliyle birlikte gelen Niğdeliler, el arabalarıyla dolaşıp evlerden çöp toplamaya ve topladıklarını kurdukları kağıt depolarında elemeye başlamışlar. Bir yandan da ikinci el dükkanları açmışlar. Depoların çoğu Unkapanı civarındaymış, avlanma sahası olarak ise ekalliyetten kalanların toplaştıkları Şişli – Kurtuluş bölgesini mesken tutmuşlar. Konuştuklarımın çoğu Ermenilerden, Rumlardan hiç haz etmiyor. MHP’ye oy veriyorlar. Eskisi kadar mal bolluğu olmamasından, hele Türklerin evinden doğru dürüst çöp bile çıkmamasından şikayetçiler. 

Çöpten kağıt toplayanların esas patlama yaptığı dönem 90’ların ortaları. Tansu Çiller-Mehmet Ağar uğursuz koalisyonunun Doğu’da tozu dumana kattığı, 17 bin faili meçhulün olduğu; mezraların, köylerin, kasabaların boşaltılıp, insanların koyun sürüleri gibi büyük şehirlere doğru sürüldükleri dönem. Sürülen o Kürtler’in bir kısmı elde avuçta bir şey olmadığı için İstanbul’da, kent soyluların çöpe atmakta bir sakınca görmedikleri tarihlerini toplayıp, yeniden dolaşıma sokma işine girmişler: Fotoğraflar, fermanlar, tapular, haritalar, kartlar, hatlar, resimler, osmanlıca evraklar…

Tarihlerini yok saydığınız, ellerinden almaya çalıştığınız insanlar, çöpe attığınız tarihinizi size geri kazandırıyor diye özetlenebilecek, neresinden bakarsanız bakın çok tuhaf bir hikaye. İşte ben de o sıra bu tuhaf hikayenin peşine takılmıştım. Sonra kurgucu bulamadım, araya başka işler girdi ve filmi ancak on yıl sonra, gelişen teknolojik yenilikler sayesinde kendim tamamladım.  Dileyen şu linkten ulaşabilir:  Youtube –  Çöp Mezatı / Şişman’la Gezinti.

II.

Yazmaya oturduğumda, İstanbul Ansiklopedisi’nde çöp maddesine bir göz attım. Meğer Osmanlı’da da bu işler varmış. Koçu, Osman Nuri Ergin’in “Mecelle-i Umur-i Belediye” (1922) kitabındaki “Tanzifat” bölümünden aktarıyor:

“Tahirsübaşı (Temiz, Temizlik Sübaşısı) adı da verilen Çöplük Sübaşıları, İstanbul sokaklarında birikmiş olan süprüntüleri, yıllık bir para alarak arayıcı denilen esnafa ihale ederlerdi. Bunlar İstanbul’da evler ve sokaklarda birikmiş ne kadar süprüntü çöp varsa, zembillerle toplayıp taşıyarak derya kenarına götürürler ve orada tekneler içinde yıkayarak içinden para ve para edecek şeyleri arar, toplar ve bulduklarını erbabı bir esnafa götürüp satarlardı.”

Evliya Çelebi’de bunlar Arayıcıyan olarak tanımlanıyor: “Bu arayıcı esnafı 500 nefer kadar olup ta kasıklarına kadar battal siyah çizmeler giyerler. Esnaf alaylarında acemi oğlanlarla mezar kazıcıların arasında yürürler.”

Çöööp çıkaram!.. avazesi ile sokaklarda dolaşır, evlerin kapılarını çalarak aldıkları çöpleri arkalarındaki küfelere yükleyerek götürürlermiş. Bu arayıcı-çöpçüler de, lağımcılar gibi ekseriyet Ermeni imişler. Yani milli şuursuzluk tarihimizde bize anlatıldığı gibi, Osmanlı’da bütün Ermeniler bir eli yağda bir eli balda yaşıyor değiller imiş. 

1868’de belediye daireleri açılmaya başlandığında arayıcıyanlar hala işbaşındaymışlar. Ancak bunlar değerli taşlar, madenler vs. arıyorlardı herhalde. Çöpten kağıt topladıklarını sanmam. 

Yok etmek, eskiyi çöpe atmak ve genel olarak arşiv meselesinin bildiğimiz ve halen içinde debelendiğimiz hale dönüşmesi İttihat ve Terakki’yle başlayıp Cumhuriyet ile doruk noktasına varmıştır demek yanlış olmaz. Ama oraya gelmeden önce, şehrin pisliği meselesi üzerinde de kısaca durmakta fayda var, çünkü Osmanlı’dan günümüze bir gelenekten söz ediyoruz. Osmanlı fermanları arasında şehrin temizliği ile ilgili olanların belli bir ağırlığı olduğu anlaşılıyor. Hicri 1107 (M. 1695) tarihli bir fermandan:

“… sokak ve mahallelerin daima temiz tutulması gerekirken ihmal edilmiş ve bazı yerlerde çöpler yığılmışdır: Sübaşı ve asesbaşıya tenbih olunmuşdur, siz de halka tenbih edin, mahalleler arasındaki mezbeleleri kaldırıp denize atsınlar.(…) Cami ve mescid avlularında pislikten geçilmemektedir. Bu konuyu halletmeyen mahalle imamlarının hakkından gelinecektir.”

 1719’daki bir diğer ferman şöyle başlar:

“… bundan önceki fermanlarımıza rağmen- İstanbul pislik içindedir, anlaşılıyor ki halk bu şehrin temizliği ile ilgili değil…”

Bu denize çöp atma meselesi de ilginçtir. Yaklaşık 280 yıl sonra 1964’te yayımlanan Belediye Çöp Talimatnamesi’nde “çöpler denize dökülmez, buldozerler vasıtası ile üzerlerine toprak atılarak karada imha edilirler” denmektedir. Ama ben kişisel olarak 1970’lerin sonuna kadar, boğazda oturanların çöplerini düzenli olarak denize döktüklerini biliyorum. Zaten Belediye Talimatnamesi’nde ne yazarsa yazsın, belediyenin yalılardan çöp toplamaya dönük bir organizasyonu da yoktu. Reşat Ekrem Koçu “büyük şehirde çoban hürriyeti ile yaşayanlar milyona yakındır” derken yalı sahiplerini ve belediye başkanlarını da kastediyor muydu acaba?

III.

Nevzat Onaran, Ermeni ve Rum mallarının iç edilmesiyle ilgili iki ciltlik kapsamlı araştırmasında “İttihatçılar sadece kendi partileriyle ilgili değil, hükümetin de geride resmi evrak bırakmamasını bir nevi devlet politikası haline getirmişti.” diye yazar.

Bu devlet politikası, Balkan savaşlarıyla başlayan iskan politikaları çerçevesinde devreye sokulmuş -tapu-kadastro kayıtlarının, nüfus kütüklerinin yok edilmesi-, Ermeni tehciriyle birlikte tavan yapmıştır. Artık Ermenilerle ilgili verilen emirler -Talat’ın telgrafları-, suçlunun geride iz bırakmama telaşıyla bitmektedir: Okunduktan sonra derhal imha edilmesi… Arşivlerin imhası konusunda öyle bir noktaya varılmıştır ki 1. Dünya Savaşı arefesinde yapılan Osmanlı-Almanya antlaşmasının aslı bile kayıptır. 

Cumhuriyet, mirası sahiplenmiştir. Yeni yönetim sadece on yıllık bir zaman diliminden değil, bütün Osmanlı tarihinin yükünden kurtulmak arzusundadır. Dilin değiştirilmesi bu konuda atılmış en büyük adımdır kuşkusuz. Ama o bile yetmez: Her yerde adliye binaları düzenli şekilde yanar, kundakçılık çalışmadığında evrakların resmen yakılması emredilir, 50 ton Osmanlı belgesi kiloyla Bulgaristan’a satılır, imhayla ilgili kanun üstüne kanun çıkartılır. Öyle ki insan, acaba 

Cumhuriyet’in ilk sanayi kuruluşları arasında yer alan SEKA kağıt fabrikasının kurulmasında, kağıt ihtiyacının karşılanması kadar, evrak yoketme arzusunun da rolü var mıydı, diye düşünmeden edemiyor. 

12 Eylül dönemi ise her şeyin üstüne tüy dikecektir. Siyasi partilerin bütün evrakları yok edilir, bazı yerlerde SEKA bile yetersiz kalır, örneğin Trabzon’da arşivler kamyonlarla taşınıp denize dökülür.

Rıfat Bali, Türk Tarih Kurumu’nun arşivindeki -ki aralarında Atatürk’e ait bir mektubun da bulunduğu- çok sayıda belgenin çöpe atılmasını, bir sahafın çöpleri toplayan hurdacından belgeleri satın alıp müzayedede satışa çıkartmasını anlatıyordu bir söyleşisinde. Alıcılar arasında Türk Tarih Kurumu da varmış! Bu tür hikayeler o kadar çoktur ki saymakla bitmez. 

Kuşkusuz arşivlerin zaman zaman boşaltılması gerekir. Her şeyi saklamak diye bir şey söz konusu olamaz, eleme kaçınılmazdır. Bu arada gerek dikkatsizlikten gerek cahillikten gözden kaçan değerli şeyler de olacaktır. Ona da eyvallah. Ama biz de başka bir arzu tramvayı söz konusu. 

Meltem Ahıska, Radyo tarihimiz üzerinden Türkiye’deki garbiyatçılığın izini sürdüğü kitabında, plakları kırarak saklayan bir arşivcilik anlayışından söz ediyor ve şu saptamayı yapıyordu: “Arşivlerin yok edilmesi, geçmişin içerdiği yorumlama çeşitliliğini yok etmek, milli hakikatin yekpareliğini oluşturmak için bir strateji olarak değerlendirilebilir. Buna göre, geçmişin mirasçıları, geçmişi imgelemde sabitlemek ve tekleştirmek üzere geçmişin çoğulluğunu yok edip, yokluk temelinde bir anlatı oluşturmuşlardır.” (Biz geldiğimizde ambulans bile yoktu’nun yok’u da oradan geliyor işte).

Devlet politikasının ”Geçmişiniz itinayla temizlenir!” sloganıyla özdeş olduğu bir memlekette, “sivil”lerin arşive farklı bir bakış açısı geliştirmesini beklemek safdillik olurdu. Nesnelere anlam yükleyebilmek için bir orta sınıf ve kentlilik bilincinin oluşması gerekirdi, yerleşiklik halinin… Bu bağlamda ele alınacak kentli nüfusun esas olarak ekalliyetten oluştuğu ve onların da kademeli olarak tasfiye edildikleri biliniyor. 

Yerlerini doldurması beklenen milli orta sınıflar, ganimet kültüründen geldikleri için nesnelerin değerine aşina değillerdi. Genellikle ailelerinden kalan eşyalar önce çatı katlarına ya da ıskartaya çıkmış kömürlüklere kaldırıldı, sonra da kalorifer kazanlarında yakıldı. 1970’ler de  -Malazgirt’ten 900 yıl sonra- İstanbul’da kapıcılara yaktırılan envanterle ilgili bir tahminde bulunmak bile imkansız bugün. Geçmiş zaten kurtulunması gereken bir yüktü ana-babalar için, öyle öğretilmişti. Onların çocukları kuşak çatışmasından muzdariplerdi. Yek diğerleri için temizlik imandan geliyordu. 

Seç, beğen, al!

“Sivil kurumlar”da da farklı değildi durum. Bir gazetenin olmazsa olmazlarından arşiv, Türkiye’deki basın için hiç de elzem değildi örneğin. Amiral gemileri falan da dahil, çoğu gazetede kendi gazetesinin tam takımından başka bir şey mevcut değildi. Bazılarında o bile yoktu. 1970’lerde Cumhuriyet biraz kıpırdanmıştı, özellikle fotoğraf arşivi konusunda. 80’lerin sonunda Nokta Dergisi’nin nispeten düzenli bir fotoğraf ve kupür arşivi vardı – o arşiv birkaç yıl önce siyah çöp poşetlerinde Beyoğlu sahaflarına düştü-. Hürriyet ancak 90’ların sonunda yola koyulmayı akıl edebildi. Çoğunluğun olayla uzaktan yakından bir alakaları yoktu hatırladığım kadarıyla. Bugün de fazla bir şey değiştiğini sanmıyorum. 

IV. 

Olayın daha kişisel kısmına gelirsek, en az on yıldır kafamın bir köşesinde gezdiriyorum çöp’ü, eğip büküyorum. Sonuç şudur…

Kelimenin kendisi bile büyülüyeci: Olmuş olanın yokoluşu. 

Bildiğimiz hayatın özeti: Hamlet, Heidegger ve diğerleri… 

Nişanyan Sözlüğü’nde, ilk Divan-i Lügat-i Türk’te rastlandığı belirtilmiş: Çöb – tortu, çökelti, değersiz şey… 

Biraz kafa karıştırır sözcükler, ama sözcüklerin temel niteliği bu değil midir zaten; kafa karıştırmak. Oynaktırlar çünkü, oradan buraya kıvrılarak, yanardöner bir biçimde dolanır dururlar, tam yakaladım dediğinizde bambaşka bir anlama bürünürler, zaten eski anlamları da sokakta bambaşka alt anlamlar kazanmıştır ve onların da yan anlamları vardır…

Uzatmayalım da soralım, tortu ve çökelti, değersiz şey midir her zaman?

Duvar Dergisi’nin 2018 yılı 35 numaralı sayısında yayınlanmıştır.

Yanıtla