Ormanı geride bıraktı ve bulutların arasından süzülen ışık huzmelerinin düşlerin mayasını çaldığı açık alana çıktı. Artık kuşların cıvıltısı da derenin şırıltısı da duyulmuyordu. Uzaktaki çınarın gölgesinde, bir yaygının üzerine kıvrılmış uyuyan kadın, eski zamanlardan bir tabloyu çağrıştırıyordu. Büyülenmiş gibi sessiz adımlarla ona yaklaştı.
Büyülenmek bir kamera bakışıyla eşdeğerdi onun için, ağacın, kadının çevresinde döndü bütün açıları tartarak; bu kapalı dünyadan içeri sızmanın bir yolunu aradı. Eski bir Çin hikayesini anımsadı neden sonra ve kendini kadının düşünde kurguladı. Uzakta otlayan atlar var mıydı, yoksa?..
Çömeldi, kurumuş bir dalı koparttı, önce ikiye sonra dörde böldü; parçaları bir kare oluşturacak biçimde toprağa sapladı. Cebinden çıkardığı kırmızı bir taşla, kurumuş yengeç kıskacını kare alanın içine özenle yerleştirdi.
Bütün bunları bir başkasının rüyasında yapıyor olabilir miydi? Rüzgar, neden olmasın diye fısıldıyordu belli belirsiz.
Yürüdü. Önce bir an gibi geldi zaman sonra uzadı uzadı, ama kumsala vardığında hepsinin aynı kapıya çıktığını anlamıştı. Islak kumlara oturdu, ayakkabılarını çoraplarını çıkardı, pantolonunun paçalarını sıvayıp suya girdi. Siyah, gri taşların üzerinde şekillenen geçmiş zaman bahçesine baktı; midye kabuklarının ve yosunların gelgitinden, minik balıklardan oluşan bir sürünün ölümcül devinimlerinden çağrışımlar devşirerek.
Dün bir leylek ölüsü görmüştü tarlada, bugün geniş kanatlarıyla vadide süzülüyordu bir başkası. Gerçekten bir başkası mıydı? Dün şehirde telaşla yürüyordu, şimdi çakıl taşlarının sonsuz serinliğindeydi tabanları.
Dün! Bir dün düşü değilse neydi?Yaşadığını ispatlama çabasından başka neydi bahçe? Basıp öldürdükleriyle basıp öldürecekleri arasında dönüp durmaya yazgılıyken, neyi kanıtlamaya çalışıyordu?
Gözlerini yum, yürü, öldür!, dedi kendi kendine. Yürüyüp çıktı sudan. Her an bir yeri incinecekmiş gibi sakınarak bastı kumlara. Büzüşen tabanları geldiği bahçeyle arasındaki uzaklığı ele veriyordu, ama bir yabancı olarak bedenini taşıyan da onlardı.
Bir yabancı, kendine de yabancı, asıl kendine yabancı.
Birazdan binalar dikecek, daireler satın alacak, güneş yağları sürünecek, çocuk çığlıklarının arasına şen kahkahaları karışacak, doyumsuz bir şehvetle dnize, lokantalara, birbirlerine saldıracak, hayatı sonsuz bir esrikliğin yayvan gülüşüyle karşılayacak kalabalık dolduracaktı kumsalı. Uzağında durmayı seçtiği her şey.
Şimdi, sınırda durduğunu savlarken, onlarla arasındaki farkın çetelesini tutmaya çalışırken içinde, biliyor ki benzerlikleri daha çok ve hep öyle kalacak.
Gururu, gençlik bahçesinin göz alıcı sarı sancağı, ücraları bile tanımlanmış boşluktaki bir korkuluktan başka ne ki? Ayrıksı duruşu, ayrıksı duruşların toplu mezarlığında yatıyor hanidir. Issız kumsalda terk edilmiş bir tuvalete yönelişi, orada BAY yazılı bölümü seçişi, camı çerçevesi olmayan dikdörtgen bir oyuktan özlemle karşı dağları seyredişi, yükünü sallayıp yerine yerleştirişi. Hepsi ama hepsi tanımlı.
“Hayatta bizden güçlü şeyler var anne!”
Bir filmde duymuştu bunu. Ne filmi ne de bağlamı hatırlıyor ama sözler belleğine kazınmış işte, sanki hayata ilişkin hissiyatını dışa vuruyor. Oysa ne bu sözde, ne bu hissiyatta bir bok olmadığını, bu hissiyata hayatından bir damla bile zerk edemeyeceğini biliyor.
Biliyor mu?
Önce bundan kurtulmalı. Sanki dokunacak başka bir hayat varmış da o hayatı bir bulup bir yitiriyormuş yanılsamasından. Bir bütün olarak algılanan hayattan kurtulup parçalamalı onu. Eski bir saat gibi parçalarını sökmeli, zembereğini boşaltmalı, akrep ve yelkovanını kumsala bırakmalı; tuz ve güneş dağlasın.
Ah, işte! Daha bunları düşünürken bir telaş birikiyor gövdesinde. Eğiliyor, kalkıyor. Çakıl taşları, deniz kabukları topluyor, dönünce evdeki saksıların diplerine yerleştirip, unutmak için.
Vardım diyebilmek için birikiyor gölge, birikiyor ve giderek ıssızlaşan bahçeyi kaplıyor.
1990 Çınarcık