Fetih ordusu cihada giriştiğinde, demek ki 7. yüzyıl ortalarından itibaren sınır boylarında ve stratejik yerlerde, askerlerin ve binek hayvanlarının içinde barınabileceği yapılar inşa etmişler ve bunlara ribat adını vermişlerdi. Rabeta kökünden gelen sözcük o zamanlar bağ, bağlantı, düşmanla karşılaşmaya hazır olmak anlamında kullanılıyordu.
Güvenlik, bugün olduğu gibi dün de en büyük takıntımızdı. Binlerce, on binlerce yıldır kapalı bir alan, mümkünse bir kapı, kapısında kilit istiyoruz. Üstelik, o meşum an geldiğinde ne o kapının ne de o kilidin işe yaramayacağını bilmemize rağmen? O zaman bunlara niye ihtiyaç duyuyoruz? Düş kurabilmek için mi?
Çocukluğumda hanlar, korsanların mekanıydı. Büyüyünce Veysel’in iki kapılı hanıyla tanıştım. Yaşadığım sürece hancı-yolcu hikayesini dinledim, dinlemeye devam ediyorum. Çoğunluğun gözünde hancı olmak kıymetli, anladım. Yine de Cervantes’in izinden gittim: “Yol, daima handan iyidir.”
Araplar, yaklaşık iki yüz yıl at koşturduktan sonra nihayet durulduklarında, tarihçilerin yazdıklarına bakılırsa Maveraünnehir’de binlerce ribat, boşlukta asılı kalmış. Bu keskin anlatımlardan daima kuşku duymalı. Mekanın terkedilmesiyle örümcek ağlarının çoğalması arasında, zamana yayılan bir denge vardır. O tarihlerde tüccar, başıbozuk, abdal ya da hacı, bir kere yola koyulan ribat’larda konaklamak zorundaydı. Belli ki kılıçla cihaddan manevi cihada geçilirken, ribat’lara dervişler yerleşmiş. Sonunda öyle bir an gelmiş ki, ribat dendiğinde insanların aklına yalnızca tekke, zaviye, hanekan gelir olmuş.
Bir de mekanın kendisi var, asıl o var. Neye benziyordu? Öncelik ahırlarda olmalı, atlar-develer dinlenecek ki ertesi gün yola devam edilebilsin. Sonra ambar var, demirci işliği, gözetleme kulesi, yeme-içme-eğlenme mekanı olarak meyhanemsi bir yer ve nihayet yatıp zıbarılacak odalar. Basit ama işlevsel bir düzenek. Akşam gün batımında kapısı kapanan ve sabah herkes uyanıp malını saymadan bir daha açılmayan, bir tür kasa. Az buz değil, ufak tefek ayarlamalar dışında yüzlerce yıl varlığını sürdürmüş.
Kervansaray ve han adları ancak 11. yüzyılda, Selçuklu’ların Anadolu’da boy göstermelerinden sonra, ribat yerine kullanılır olmuş. Dağılma, 19. yüzyılın ortalarından itibaren, modernizmle başlıyor: Oteller tren garlarının çevresine taşınıyor. Lokantalar, meyhaneler ve kerhaneler onları izliyor. Atlar ve develer yerlerini motorlu taşıtlara bırakıyor. Büyük şehirlerde, belli bölgelerde bir süre daha sürdürüyor varlığını hanlar. Onları da sanayi siteleri ve modern ofisler süpürüyor sonuçta.
Şimdilerde ismi var cismi yok, bir garip nesne. Miadı çoktan doldu, diyorlar. Gerçekten öyle mi? İnsanlığın ortak belleğinde tıpkı evler ve şehirler gibi iz bırakmış böylesine köklü bir fenomenin, hiç var olmamış gibi sırra kadem basması düşünülebilir mi? Belli ki form değiştirerek yaşamayı sürdürüyorlar. Geçmişin hanları, AVM’lere dönüştü. Bunu söylerken sadece şehirleri örümcek ağı gibi saran ucube yapıları değil; şehirlerarası yolculukların kimi duraklarında karşımıza çıkan termal tesisleri, lokantaları, outdoor mağazaları, devasa otoparkları ve özel güvenlik görevlileriyle post modern kervansarayları andıran mekanları da düşünüyorum.
Edip Bey, “Oteller Kenti”nde yazmıştı:
“Uzaklardan geldin, atını değiştirdin
Yeniden uzaklara gittin, geceyi
Bir handa geçirdin, uyanınca
Baktın ki yola çıktığın yerdesin.”
Belki de insanın sürü halindeki devinimi, denizanalarınınkine benziyordur: Akıntıları ve med ceziri izleyen bir açılıp-kapanma hareketi.
Omurgasız, beyinsiz, zehirli…
“Kayıp Zamanın İzinde” sergisi. Video. 5.39. 2022. Ayvalık.