Nezihe Meriç’in 1990 Sait Faik Hikaye Ödülü’nü kazanan “Bir Kara Derin Kuyu” adlı kitabının “Gül Yaprağının Pembe Sesi” adlı öyküsü şu cümleyle sona erer: “Görünüşüm yaşlı ama, aslında onların (gençlerin) can dostu olduğumu ne bilsinler?”
Gerçekten de bilinmesi zordur bunun. Sözcüklerden çok hareketlerle, eylemlerle ifade edilmesi gerekir. Telefonla Nezihe Meriç’i aradığımda soruları ancak yazılı olarak yanıtlayacağını söylediğinde bu son cümleyi düşündüm. İnsanın yaşlılıkta gençlere yakın olması mümkün mü? Çoşkunun ve karşılıklı güvenin yerini emniyete, deneyime ve kontrole bıraktığı günlerde…
Çengelköy’de, kendi deyimiyle “bir kaptan köşkünde” yaşıyor Meriç. Salonun neresinde durursanız durun panoramik bir Boğaz tablosu ayaklarınızın altında. Kaptan köşkünün 15 yıldır aralıksız ödenen bedeli, görece inzivada bir yaşam ve bir limon almak için bile girişilen yarım saatlik yolculuk. Bütün bunlar yormuş Meriç’i, daha merkezi bir yere taşınmayı düşünüyor.
Salona dahil, köşedeki kare mutfakta kahvelerimizi yaparken anlatıyor bütün bunları. Salonun cama uzak köşesinde bir çalışma masası, üstünde eski bir daktilo, duvarlarda tablolar. Sahi neden bu kadar uzun aralıklarla yazıyor?
“Yaşamak benim için huysuzluklar, dayanıksızlıklarla dolu -diyelim kalabalıklara, düzensizliğe, anlayışsızlığa, akılsızlıklara, sevgisizliğe, benbenciliğe vb. dayanamamak-. İşim için de geçerli bu. İşimde de çok huysuz, ince eleyiciyim. Herhalde bundan diye düşünüyorum. Bunun kesin bir açıklaması olamaz ki!”
Yazma havasını tutturunca ve tabii günün yaşamak için gerekli olan işleri de toparlanır toparlanmaz, makine başına tezgahı kuruyormuş. Yanında bolca üçüncü hamur kağıt, seloteyp, kırmızı kalem ve makas ile. Seyrek yazdığı için, her yazdığınını yayınlanmasını istiyor. Ne kadar sürede çıkıyor bir öykü?
“Kesin bir şey söylenmez. Bazen bir anlık bir olay; bir durum, göz ucuyla yakalanmış bir görüntü, belki yıllarca bekler belleğin bir köşesinde. Birgün upuzun bir öykünün çekirdeği olur. Bazen de çok uzun bir öykü olacakmış gibi sezdiğiniz bir oluşum, bir zaman sonra, bir öykünün küçücük bir ayrıntısına dönüşür, iki satırlık.”
Öykülerinin kahramanlarında yaşama sevinci, yılların getirdiği örselenmişlikle gelen sinirlilik, yitip gidenin hüznü var genellikle. Tabii bütün bunların arasında kıvrıla kıvrıla akıp giden bir ayrıntılar ırmağı.
“Bu bir yapı meselesi, kendiliğinden olan bir şey. Ben bir bütüne baktığım zaman; bu bir insan, bir durum, bir olay, bir ses olabilir, bir hareket olabilir, onu bir ayrıntılar bütünü olarak, tüm ayrıntıları tek tek görerek algılıyorum. Bu yaşamda böyle, öykülere de böyle geçiyor zahir!”
Onun öykülerini okurken gerçekten de doğal biçimde bütün ayrıntıların tek tek elden geçirildiğini fark ediyorsunuz. Öykülerinde sık geçmesine karşın, içkiyle başı hoş değil. Daha çok tatlı, güzel kokulu, renkli, hafif baş döndürücü, şerbetlerle akraba kokteylleri tercih ediyor ve laf olsun kabilinden içiyor. Ancak çay ve kahve için aynı şey söz konusu değil. Çok olmamak kaydıyla onlar her gün, mutlaka içilecek.
Dostları tarafından Nezim diye çağrılmaktan hoşlanan Meriç’in öykülerinde Boğaziçi ve Ege’nin o tatlı beldeleri de tükenişleriyle alıyorlar yerlerini. Ancak onları tüketenlere de büyük bir hoşgörüyle yaklaşıyor yazar. Bu hoşgörü yormuyor mu insanı?
“İnsanları seviyorum. Ama bu, körü körüne bir sevmek değil elbette. Onu anlamak önemli. Anlamak sevgiyi hazırlayan bir şey. Yıllardır yönlendirilmemiş bir göç olayı ve onun getirdiği karmaşayı, uyumsuzluğu yaşıyoruz. Kimse mutlu değil. Uyumsuzluk çeşitli sıkıntılar yaratıyor. Günlük yaşam bozuluyor, aksıyor. Ev sahibi diyebileceğimiz kentin eskileri de konuk olan, yeni gelenler de -arkası kesilmiyor, önlem alınmıyor, uyum sağlamak için uğraşılmıyor- bu durumda ne yapacaklarını bilemiyorlar. Ben, belki bu çaresizliğe, sevgiden çok anlayarak baktığım için kızamıyorum. Dediğim gibi anlamak sevgiyi de yanında taşıyor.”
Ödül almak nasıl bir şey?
“Hoş bir şey. Tüm arkadaşlarım telefon ettiler. Beni kutladılar. Hepsinin sesinde sevinç gibi bir şeyler vardı. Şakalar yaptık. Halimiz olmadığı halde, gülüştük. Ödül fıkraları anlattık. Ama bu, kitap çıktığı zaman okuyuculardan gelen bir çoşku, bir kutlama, ilgi, eleştiri çoşkusu olsaydı o zaman çok başka bir tad olurdu. Benim içim -açık konuşalım şimdi- şu: Şimdi kitap iyi satar. Üzerine ödül kuşağı filan da geçirilince ilgi artar. Belki bir buçukuncu baskıyı yapar da yayımcımızın yanında yüzümüz ağarır.”
Güneş Gazetesi. 1991