Sabah on gibi yola çıktık. Milano’ya kadar her yer otobandı ve düz ovada sanayi tesislerinden başka görülecek pek bir şey yoktu. Kuzey İtalya’nın sanayi imparatorluğunun hinterland’ı, ne beklenebilir ki? Bir ara, sağımızda gördüğümüz tren dağıttı dikkatimizi. Kısa süre yan yana gittik. Sonra bastı geçti.
Bütün otoyollar paralı. Hem de sıkı para. Bolonya-Milan otoyolu örneğin 18 avro. Bir ara çıkıp şehrin çeperinde seyrediyorsunuz , sonra yine gişeler geliyor, üç avro daha. Bu sürekli yinelenen bir şey. Neyse ki bir noktada Deli Dumrul yolundan Como Gölü tabelasına saptık. Artık Alp dağlarına doğru ilerliyorduk.
Bolonya’dan çıkalı iki saat olmuştu. Tırmanmaya geçmeden önce bir benzincide durduk. İçerde Çin ordusu vardı. Pazar günü Como Gölü’nü gezmeye gidiyorlardı. Ne bir kahve almanın imkanı vardı ne de tuvalete gitmenin.
Como Gölü on bin yıl önce, son buzul çağında oluşmuş. Şimdilerde dünya jet sosyetesinin toplaşma yeri. Uzaktan fazla sıkış tıkış görünüyor ama eminim yakından bakılsa çok güzel evler vardır.
Tırmanmaya başladıktan bir süre sonra, Locarno’ya yaklaşırken İsviçre polisi tarafından durdurulduk. Meğer burası sınırmış. Bir kadın polis yanaştı, camı açtık. İsviçre’de araba kullanabilmemiz için pul almamız gerektiğini söyledi. Gişeymiş, gişe memuruymuş uğraşmamış İsviçreliler. Sınırdan girerken en az on günlük otoyol kullanma pulunu, 40 avroya satıyorlar. Gerisini sen düşün!
Paranın hakkını veriyorlar ama. Dantel gibi işlenmiş coğrafya! Alp dağları, ormanlar, göller, üzüm bağları. Her yer pırıl pırıl. Eskiçağ cüceleri gibi oymuşlar dağları, muazzam tüneller açmışlar, tünel açamadıkları yerlerde dağı tıraşlayıp yolu genişletmişler. Yolda giderken üzerinizdeki koca dağı bir çatı elemanına indirgemişler. Kapitalizmin gözünü seveyim!
Locarno’yu yıllardır Film Festivali’yle bilirdim, yazık ki girip şöyle bir görme fırsatı bulamadık, çünkü Zürih’te dostlarımızla bir akşam yemeği için randevulaşmıştık. Bir diğer buzul gölü Maggiore’yi de göremedik bu yüzden. İki yanı karlı tepeler arasında ilerlemeyi sürdürdük. Bütün bu çabamıza karşılık bize sunulan şey 17 kilometrelik Gotthard tüneliydi. Gidiş-geliş tek şeritli yol epey kalabalıktı. Özellikle de bir Tırın arkasına düştüğünüzde insanın içine hafakan basıyordu. Tünelden çıktıktan bir süre sonra Luzern yakınlarındaki bir diğer buzul gölü olan Dört Kanton’u gördük. Luzern, Alp Dağları’na geziye ya da tırmanmaya giden yolların kavşağıymış. Zaten 2132 metre yüksekliğindeki Pilates Dağı da kendini gösterdi bir süre sonra. Türkiye’den gelen biri için sıradan bir yükseklik. Trenle, arabayla, teleferikle çıkılan bir dağdan söz ediyoruz sonuçta. Ama Allahı var, görünüşü heybetli.
Saat 17’de Zürih’e varıp, otelimize yerleşmiştik. Bir çok şehir merkezinde garajı da olan makul fiyatlı otel bulmak imkansız. Randevumuza yetişmek için acele çıktık ve bilet almayı öğrenip, kent merkezine giden tramvaya bindik. 18.15’te Bellevue durağında indik. Heini ve Marianne’yle günler öncesinden kararlaştırdığımız randevuya tam vaktinde yetişmiştik. İkisiyle Çıralı’dan tanışıyoruz. 2011’den beri her mayıs ayında gelip bir hafta pansiyonumuzda kalıyorlar ve ayrılırken Zürih’e davet ediyorlardı.
Kısa bir eski kent turu attık. Hava iç titreten türdendi. Yine de kenti panoramik olarak görebileceğiniz en güzel nokta olan tepedeki parka kadar tırmandık. Zürih Gölü’yle, Limmat nehrinin birleştiği noktada kurulan kentin görünümü gerçekten etkileyiciydi. Heini’nin annesinin büyük büyük babası, kentin önemli mimarlarından biriymiş ve gölle nehirin birleştiği yere bir köprü yapmış. Zürih’teki ilk yerleşimciler, altı bin yıl önce gölün üzerine kurulmuş kazıklı evlerde yaşarlarmış. İ.Ö. 200’de Romalılar gelip, bugün eski kent denilen bölümü inşa etmeye başlamışlar. Heini’nin söylediğine göre, 2. Dünya Savaşı’nda yıkılmadan önceki Münih ile Romalıların kurduğu Zürih tek yumurta ikizi gibiymişler. Ayaz olmasa daha uzun süre kalırdık orada. Ama akşam alacasında, yemekten önce içimizi ısıtacak bir şeyler içmek için, Marianne’ın eskiden çalıştığı ve 1980’de Zürih’in ilk alternatif lokantası olarak açılmış bir İspanyol tapasçının barına uğrayacaktık. Ara sokaklardan geçerken, 1916’da Dada’nın kurulduğu Cabaret Voltaire’in önünden geçtik. Şimdi şık şıkırdım olan bu yer, o zamanlar kentin yeraltı bölgesiymiş. Dünyayı silkeleyen hareketin bu küçücük mekandan çıktığına inanmak hiç kolay değil. Ama 1. Dünya Savaşı koşulları, savaşın ortasında bir ada gibi olan İsviçre’nin başkentine çok farklı bir kimlik kazandırmış. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden sığınmacı olarak gelen yenilikçi sanatçılar burada toplanmışlar. Kandinski ve Klee’nin arkadaşı olan, Caberet Voltaire’in kurucusu, Alman yazar ve filozof Hugo Ball de bunlardan biriymiş. Cabaret Voltaire’i geçinebilmek için açmış aslında. İşin teorisyeni o olsa da, burası kısa sürede Tristan Tzara’nın öncülüğünde bir çekim merkezine dönüşmüş. Dada’nın isim babası meçhul, ama hareketin hedefi konusunda herkes hem fikir: O güne kadar gelmiş, genel geçer sanat ve sanatçı anlayını sorgulayan ve yıkan şeyin adıydı Dada.
Rus devrimcilerinin ağır topları da Zürih’teydi o sıra. Daha sonra Lenin adını alacak İliç Ulyanov, şehrin çeperindeki bir pansiyon odasında, koşarak içeri giren bir Rus’tan haber almıştı Şubat Devrimi’ni ve kendisi olmadan başlayan bir devrimi şüpheyle karşılaşmıştı. Sonra alel acele Finlandiya üzerinden hareket eden bir trenle Rusya’ya varmaya çalışacak ve bunun için Almanlar’ın himmetine muhtaç olacaktı.
Heini çok önceden bizim için kentin tarihi restoranı Kronenhalle’de yer ayırtmıştı. 1924 yılında bir karı-koca tarafından işletilmeye başlayan restoran, klasik İsviçre ve Bavyera mutfağı ağırlıklıymış ve kısa sürede şehrin önemli buluşma noktalarından birine dönüşmüş. Oğulları bir koleksiyonermiş ve satın aldığı tabloları restorana asarmış. Zaman içinde burası müzisyenlerin, ressamların, edebiyatçıların buluşma noktası haline gelmiş. Dönemin bir geleneği olarak ressamların bir kısmı, yiyip içtiklerinin parasını, resimle ödemişler. Bunları hala duvarlarda görmek mümkün: Picasso, Chagall, Miro… Zaman içinde buradan gelip geçmiş sanatçıların listesi saymakla bitecek gibi değil. Bir de günlük müdavimleri varmış: Dürrenmatt, Max Frisch gibi.
Önden salata geliyor. Bir İsviçre klasiği. Çıralı’da da salatayı önce yiyorlardı. Halbuki biz ana yemekle yeriz. Bu arada Heini soruyor: “Max Frisch’i bilir misin?” Ortaokul birdeydim “Homo Faber”i okuttuklarında. Mühendis kafalı bir insan türü olduğunu ve benim o türe girmediğimi o zaman anlamıştım. Dayımla ilişkilerim de o zaman mı gevşemeye başladı acaba? Sonra “Stiller”, “Adım Gantenbein Olsun” geldi. Kimliği sorgulamayı ondan öğrendim aslında.
“Homo Faber’i okumuştum,“ diyorum kısaca. Pek bir istihzayla bakıyor Heini. Marianne, bu yazki seyahat planlarını anlatıyor. Heini bir doktor ve buradaki sosyal bir kliniği yönetiyor. Eskiden beri yabancılarla ve Türklerle birlikte çalışmaya alışmış. Kalabalık bir ailesi var. Bir sürü çocuk, torun vs. Arada toplandıkları şalelerde çekilmiş fotoğrafları yolluyor Marianne. 50-60 kişilik bir kabile resmen.
Ana yemekler geliyor, derken. Altın suyuna batırılmış kapaklı sahanlardaki ana yemekleri, bir servis arabasıyla getiriyorlar. Garsonlardan biri, sahanları tek tek açıp içindekilerin yarısını tabaklarımıza boşaltıyor. Tabağıma konan şey yiyebileceğimden çok fazla. Heini umutsuz bakışımı yakalamış, gülerek “Bu daha yarısı”, diyor. Porsiyonlarımızın kalan yarısı, soğumasın diye üzeri kapatılmış sahanda, biraz ileri çekilen servis arabasında bekletiliyor. Şaraplar tazeleniyor bu arada. Keyfimiz yerinde.
Heini takılmadan duramıyor bir süre sonra. “Giocometti’yi bilir misin? O da burada yaşamıştı.” “Şu sizin 100 Frankların üzerinde resmi olan adam mı?” diye soruyorum. Şaşkınlıkla bakıyor yüzüme. Marianne’a dönüyor sonra, lafını bölerek soruyor, “Bizim 100 Franklıkların üzerinde Giocometti’nin resmi mi var?” “ Bilmiyorum,” diyerek kendi anlattığı hikayeye dönüyor Marianne. Garsondan bir 100 Frank istiyor Heini. “Hakikaten varmış” diyor neden sonra. Gülüyoruz hep beraber. Fraumünster Kilisesi’nde, sunağın arkasındaki vitrayların Giocometti tarafından yapıldığını da bilmediği anlaşılıyor bir süre sonra. Yerliliğin bir hali de budur çoğunluk. Ben de İstanbul’da birçok şeyi gezgin dostlarımdan öğrendiğimi hatırlıyorum.
Tıka basa doymuş, tramvay durağında vedalaşıyoruz. Mayısta görüşmek üzere!
Otele döndüğümüzde televizyonu açıyor ve Ankara’da patlayan bombanın görüntüleriyle karşılaşıyoruz.