14 Eylül

Biz kahvemizi içerken meydanda bit pazarı kuruluyordu. Dolaşıp bir şeyler aldık: Fransız usulü tahta saplı et bıçakları, kimi kutular, biraz kartpostal. Can’la vedalaşıp otele döndük ve toparlanıp çıktık. Provence’a kadar neredeyse yol boyu çınar ağaçlarıyla doluydu. Geçerken bir köyde durduk. Nefis bir kilise, bir açık çamaşırhane ve karşısında güzel bir bar. Kurumuş lavanta topladı Sibel. Kilisenin önü otoparka dönüşmüş. Yürüyüp esas meydana çıktık. Köyün 1. Dünya Savaşı’nda ölen delikanlıları için dikilmiş anıttan başka kimsecikler yoktu. Sürekli bu anıta bakmaktan ve hatırlamaktan yoruldukları için mi terketmişler meydanı, diye düşündüm. 

Aix en Provence bayağı büyük bir şehir. Trafik yoğun. Dersimize çalışmamışız, orada yapabileceğimiz bir şey yoktu, Marsilya’ya doğru devam ettik ve kısa süre sonra beyaz kümülüsler ve parlak bir güneş altında, vaatler ülkesi gibi duran şehre girdik. Ayırttığımız otel meşhur tren garının karşısındaydı. Bu kalitesi hakkında baştan bir fikir veriyordu. Otelin park yeri olmadığı için garın büyük otoparkına gittik. Oradan elimizde çekçek bavullar, bol gürültü çıkararak ve neredeyse bütün garı baştan sona katederek, girişteki (çıkıştaki) görkemli merdivenlere vardık. Birçok Fransız mafya filminde kullanıldılar, neredeyse Odessa merdivenleri kadar meşhur bunlar da. 

Merdivenlerden inerken karşınızdaki otele bakıyor ve galiba eski Sirkeci otellerinden birine düştük diye laflıyorduk aramızda. 

Hotel Therminus (Son Durak Oteli): Tabutluk asansör, ona rahmet okutan daracık bir sahanlığa sıkıştırılmış odalar, kötü yatak, iyi banyo ve o gösterişli binaların arka cephelerindeki avlulara baktan, tahta panjurlu şahane pencere ve oradan görülen bakımsız binaların arka cepheleri. Üst kattayız neyse ki çatılar ve bulutlar da orada. Bir aile işletmesi, kız geç gelip öğleden sonra işleri toparlıyor. Baba sabah erkenci, akşam ise nöbeti devralan gececi bir çocuk var. Ailenin oğlu hemen bitişikteki restoranı işletiyor ve  belli ki kızkardeşiyle araları epey nane molla. 

Duş alıp çıktık, yokuş aşağı limana doğru koyverdik kendimizi. 

Tuhaf kent. Fransız var mı burada? Vardır da onlar bizim şimdiye kadar gördüğümüz Fransızlar gibi midir? Bence tam değillerdir. Burası Akdeniz; liman, binalar, insanlar başka. Tren garı ile liman arasında kalan bölge Arap ve Afrikalı göçmenlerin yerleşik olduğu kentin en döküntü bölümü. Etraf erkek erkeğe oturulan kahvehanelerle dolu. 

Sonunda limana vardık. Akdeniz’in en büyük limanı. Haliyle bir mafya dünyası ve kolay paranın getirdiği zenginlik kendini hemen dışavuruyor. Limanda turladık biraz. Önce sağa, sonra sola. U şeklinde bir liman. Çok canlı. Müthiş bir sınıfsal yelpaze. Sonra kentin tepesinde duran koruyucu kiliseye ve heykele (Notre Dame de la Garde) varabiliriz umuduyla tırmanmaya başladık. Biraz bizim Bankalar Caddesi’ni anımsatan sokaklar, bol kafe ve restoran, dünyanın bütün mutfakları burada, müthiş bir trafik, kaotik motosiklet akışı ve onların korkunç uğultusu. Bir süre küçük bir parkta soluklandık ama gürültü dayanılmaz boyuttaydı, ara sokaklara daldık ve tırmanmaktan vazgeçip geri döndük. Belli ki kriminal bir kent, şehre ilk girdiğimiz andan itibaren polis sirenleri susmak bilmedi.  Gördüğümüz polislerin çoğu Afrika kökenli Fransızlar. 

Bu kez limanın sağ üst tarafındaki şık şıkırdım bulvarı denedik ama yorulmuşuz. Orada bir ara sokaktan alışveriş merkezi La Fayette’in görkemli binasına giderken bir kafede pastis içip soluklandık. Sonra gece geçmeye cesaret edemeyeceğimiz ara sokaklardan, Arap mahallesinin içinden tırmanarak garın yakınlarına çıktık. 

Bir hayli sersemlemiştik. Şehir gerçekten sıra dışı ve çok yoğun. Bazı noktalarında evet burada yaşayabilirim diye düşünüyorsunuz, öyle ayartıcı. Ben liman kentlerini oldum bittim severim. Üstelik neredeyse üç haftadır denize hasretiz. Buna rağmen Marsilya’da yaşamak ister miyim sorusu, kafamda muallakta kaldı.

Sibel Avignon’dan yola çıktığımızdan beri, buranın meşhur balık çorbasını sayıklıyordu. İnternetten bakıp üç lokanta buldu.  Marina’daki Armina’ya gitmeye karar verdik. Fransa’da lokantaların tuhaf açılma kapanma saatleri var. Güzel bir lokanta bulduğunu düşünüyorsun ama  saat 12.00-13.30 arası açık akşamları da 19.00 ile 20.30 arası. O da her gün değil. Haftanın iki günü hiç açmıyor, bazı günler sadece öğlen açıyor vs. Bizim anlayacağımız bir şey değil.

Lokantaya geldiğimizde içeride oturmak istedik çünkü liman akşam saatinde serindi. Kalabalık ve paralı bir Uzakdoğulu grubun içine düştük. Birkaç masayı işgal etmiş en az otuz kişi. Bizi garsonların sürekli girip çıktığı bir servis kapısının yanına iliştirdiler. Sığıntı gibiydik ve mönüdeki fiyatlarla konumumuz arasında  katlanılması güç bir çelişki vardı. Ona da eyvallah dedik, hani derler ya yeter ki bir tatsızlık çıkmasın, ama üstüne üstlük 15-20 dakika kadar bekledik, gelip geçen garsonlara el ettik, göz göze gelmeye çalıştık ama kimsenin ilgisini çekmeyi başaramadık. Sonunda kalkıp yandaki restorana geçtik. Ben hiç fena olmayan bir barakuda yedim. Sibel buyabes’den (Bouilabaisse) hoşnut kalmadı. Yoksul balıkçıların, artık balıklarla yaptığı bir çorbanın zaman içinde Marsilya’nın simge yemeklerinden birine dönüşmesini anlarım ama bunun fahiş fiyatlarla satılıyor olması ve insanların kuyruğa girmesi, dünyanın geldiği nokta açısından ibret verici. 

Çıkınca, sola, tepenin eteklerindeki bölüme doğru yürüdük, gündüz orada bir sürü bar görmüştük, hoş görmemiş olsak da limanda en çok gürültü oradan geliyordu. Rüzgar sert esiyordu, buna rağmen ortalık mahşer yeri gibiydi. En kalabalık mekanlar ise 50 metre arayla iki köşebaşını tutmuş Irish ve English barlarıydı. İkincisi daha sevimli gözüktü gözümüze. Ancak daha kapıdaki gorilleri geçmeden bir ses duvarına çarptık. Yine de bir kadeh içelim, dedik. Saat ona gelmemişti henüz ama içeride şimdiden kelle olmuş İngiliz gençlerin arıza potansiyeli yükselmişti. Kadehlerimizi alıp kapının önüne çıktık. 

Otele dönmek için yokuş yukarı tırmanmak zor geldi, belki biraz da tehlikeli. Bunun üzerine tren garına kadar metroya binmeye karar verdik, nasıl olsa otel garın tam karşısındaydı. Garın içindeki istasyonda indik. Saat 23.00’ü biraz geçiyordu. Metrodan inince emin adımlarla ilerledik ama yanlış yöne gitmişiz. Çok önemli bir haber değil, insan böyle büyük mekanlarda her zaman kaybolur. O saatte garın içindeki yolculara ayrılmış koltuklara yayılmış eğleşen, bir dolu insan vardı. Tren mi bekliyorlardı? Yoksa sadece gidecek daha iyi bir yerleri olmadığı için mi buradaydılar?  Salonda yürürken camların dışındaki girintilere koli serip yatmış insanları gördüğünüz zaman, doğrusunun ikinci şık olduğunu anlıyordunuz. Uzun salonun ortalarında doğru bir yerde kuyruksuz bir piyano vardı. “Paly it again Sam”ı hayatının düsturu bellemiş genç bir sarhoş, aşina bir parçanın giriş notalarını tekrar tekrar çalıyordu. Çaldığını mı beğenmiyordu, parçanın sadece o kadarını mı biliyordu, yoksa çevredekilerin sabrını mı sınıyordu? Yine de bir süre izledik, derken yanına orta yaşta bir adam oturdu. Elinde iki tane torba vardı. Torbaları bırakıp çalmaya mı başlayacaktı, yoksa öylesine mi oturmuştu belli değildi. Kendi de ne yapacağına karar verememiş gibi görünüyordu. Bu zaman zarfında genç olanı aynı notaları basmayı sürdürüyordu. Yola devam ettikten sonra, uzaktan aynı notalara eşlik eden, başka bir akor duyuldu. Umarım torbaları kaybolmamıştır. 

Sonunda danışma gibi bir yer bulduk. Meğer yanlış katta debelenip duruyormuşuz. Sonunda garın ana kapısından yıldızlı geceye çıkmayı başardık. Yuvarlanmadan görkemli merdivenlerden indik ve fare deliğimize çekildik. 

Yanıtla