Ferrari Meydanı’nda kahve kruvasan ile kahvaltı. İtalyanlar sadece kahve içiyor. Tenten’in ikiz müfettişlerini andıran kısa boylu bir adam geldi, tezgahın önünde durup bir Espresso shot attı, kesmeyince bir tane daha, sonra kısa kesik adımlarla yürüyüp gitti.
Sağdaki soldaki palazzio’ları selamlayarak limana indik. Adeta İstanbul Galata civarı, zaten orayı da Cenevizliler kurmuş, malumunuz. Cumartesi günü, ortalık hareketliydi. Bir düğün alayı gördük, flütle Hallellujah çalan bir kadını dinledik. Akşam üzeri bu kez başka bir sokakta, şahane bir arya söylerken rastlayacaktık ona.
Yukarıdaki pahalı dükkanlardan sonra, eski kente yaklaştıkça fiyatlar düştü. Çocukluğumun Beyoğlu pasajlarını andıran bir sürü yer var burada. Sonra eski kentin kalbi olan, rıhtıma paralel Orta Çağ sokağından ilerlemeye başladık. Yoksulluk diz boyu. Barcelona’nın eski kenti gibi burası da, göçmen ağırlıklı. Dükkanların çoğu internet hizmeti veriyor. Burada yaşayanların ayrıca evlerine internet almak gibi bir lüksleri yok belli ki, hayat da onsuz olmuyor artık. Dükkanlar tamamen genç erkeklerle dolu, kapıdan dışarı taşıyor, duvar dibinde ip gibi diziliyorlar. Çok farklı ırklardan insanlar bir arada. Hepsinin elinde cep telefonları ve kulaklarında kulaklıklar, bulundukları yerle hiçbir bağlantıları yokmuş gibi. Oradan kaçışın tek yolu bu. Aynı manzara, sokak boyunca tekrarlıyor kendini.
Buraya sokak demek ne kadar doğru o da tartışılır, daha çok bir aralık gibi yine de dört kişi yan yana yürünebilir. Bir de bunu kesen dikey aralıklar var, iki kişi omuz omuza durmak imkansız ve binalar altı-yedi katlı. Günün hiçbir saatinde güneş almayan, rutubetli, mağaramsı yerlerden söz ediyoruz. “Kentlerin proletaryası kendini ancak yenilenen göçler sayesinde devam ettirebilir” diye yazmıştı Fernand Braudel. Sürekli göçmenlerden şikayet eden kentsoylular ve politikacılar, hem nalına hem mıhına çalışıyorlar sizin anlayacağınız.
Biraz ileride çok yaşlı bir adamı tekerlekli sandalye ile kapı önüne çıkartmışlardı. 10-15 kişiden oluşan bir turist kafilesi fotoğraf makineleriyle yarım daire oluşturmuş, sürekli adamın fotoğrafını çekiyorlardı. Niye böyle bir taciz yaşanıyordu ve niye kimsenin gıkı çıkmıyordu, anlamadım. Acaba adam bir zamanlar şöhretli biriydi de bu durumu normal mi karşılıyordu? Yoksa, o haritaya dönmüş yüzü ve ifadesiyle çoktan bunamıştı da bakıcısının eline mi düşmüştü? Peki ya fotoğraf çekenler, onların özürü neydi?
Soldan aşağı kıvrılıp limanın olduğu ferahlığa çıktık. Gerçi burası da eski gravürlerde ve fotoğraflarda gördüğüm kadar ferah değil artık. Limanla eski kent arasında geniş bir cadde var, onun üzerine Mecidiyeköy’deki gibi bir şehir otobanı yerleştirmiş ve kentin denizle olan ilişkisini mahvetmişler. İleriden Cruise gemilerinin kalktığı görülüyor. Yol boyu Afrikalıların sıra sıra tezgahları. Eski limanın içinde büyük ağaçların çevresini banklarla donatmışlar. Kalanı herhangi bir özelliği olmayan sıradan yeme içme mekanları. Bir banka oturup soluklandık. Teknelerin, gemilerin arasından ufku yakalamaya çalıştık.
Pazar yerine dönüp bir şarküterinin önündeki kuyruğa girdik. Envai çeşit meze, et, peynir, salam ve sos arasından arasından istediklerini seçip, sonra şarap ya da bira eşliğinde dükkanın önündeki yuvarlak masalarda yiyip içiyorsun. Ancak kuyruk çok yavaş ilerliyordu. İki dükkan ötedeki köşe kafeye gittik. İçleri envai çeşit lezzetle doldurulmuş çörek otlu sandviçlerimizi soğuk bira eşliğinde afiyetle yedik. Dükkanın önündeki dört masanın üçünde Türkler oturuyordu.
Otobüsle eve dönüp, yayıldık. Dünün yorgunluğu hala kendini hissettiriyor. Çamaşır yıkama, yazı yazma. Bir ara televizyonu açtım. RAI’de eğlenceli bir program vardı. Kırk yıl önce, kırk yıl sonra, gibi bir şey. 70’lerin yıldızları bugün ne haldeler: Şarkıcılar, televizyon programcıları, güzellik kraliçeleri, oyuncular vs. Benim de ilk gençliğimi yaşadığım dönemin görüntüleri eğlenceliydi, bugün hepimize komik gelen ispanyol paçalar, saç modelleri, favoriler… Konuşulanları anlamasam da takıldım kaldım. Derken bir kadınadam çıktı, “Aaa Huysuz Virjin!” Yani onun İtalya’daki izdüşümü, belki de aslı, öncülü. Kıyafetlerden makyaja, yüz ifadesine, mimik ve jestlerine, hatta sesinden belli olan o terslenme üslubuna kadar…
Saat 17.00 gibi tekrar Ferrari Meydanı’ndaydık. Sabah dolaşırken gördüğümüz, Vivian Maier fotoğraf sergisine girdik. 1950’lerin, 60’ların Amerika’sından (Şikago, New York) siyah beyaz sokak fotoğrafları ama ne fotoğraflar, çoğu dönemin büyük ustalarından aşağı kalır şeyler değil. 20. yüzyıl fotoğrafçıları konusunda az buz bilgim yoktur yine de belleğimi şöyle bir yokladığımda orada Vivian Maier adına rastlamadım.
Sonradan öğreneceğimiz üzere bu hiç de şaşırtıcı değilmiş. Çünkü 1926 ile 2009 arasında yaşayan ve hayatının altmış yılı boyunca 150 bin kareden fazla fotoğraf çeken Maier, bunların hiçbirini sergilememiş. Sadece fotoğraf mı, fotoğraflarını çektiği kişilerle yaptığı röportajların ses kayıtları, çektiğimi kimi belgesel filmler, gazete ve efemera arşivi de depodan çıkan ganimetler arasındaymış.
Çocukluğu boyunca ailesi birkaç kez ABD ile Fransa arasında taşınıp durmuş Maier’in. O, 1951’de 25 yaşındayken New York’a taşınmış; beş sene sonra da ömrünün sonuna kadar kalacağı Şikago’ya yerleşmiş. Herhalde aileden bir şeyler kalmış olmalı, ama ona güvenmemiş ve ömrünü dadılık yaparak sürdürmüş. İzinli olduğu hafta sonları Rolleiflex makinesini boynuna takıp kenti adımlayarak fotoğraf çekermiş: Yoksullar, Polonyalı göçmenler, Afro-Amerikalılar, gösterişli kıyafetleriyle yaşlı kadınlar, kente ait simgesel mekanlar belli başlı ilgi odakları. Bir de Velazquez’in “Las Meninas” tablosundaki gibi, aynalar üzerinden çoğaltıp durduğu kendi imgesi var. Kimim ben?
1959 ve 60’da Uzakdoğu ve Ortadoğu ülkeleriyle (Türkiye’den de geçmiş), Yunanistan ve İtalya’yı fotoğraflamış. Ama diğer fotoğraflar gibi bunlar da günyüzü görmemiş. Ne sergi açmak, ne yayımlamak gibi bir girişimi olmamış. Çektiklerini kutulara, bavullara doldurup, kiraladığı bir depoya kaldırmış.
2007 yılında düşüp kalçasını kırınca önce tedavi için bir hastaneye, oradan da iki yıl sonra öleceği “huzurevi”ne nakledilmiş. Bu arada deposunun kirasını ödeyememiş elbette. Böylece depo başka boşa düşmüş depolarla birlikte açık arttırmaya çıkartılmış. Üç koleksiyoner paylaşmış malları. Bunlardan biri olan ve o sırada Şikago’daki tarihi mahalle üzerine kitap yazmakta olan John Maloo, 30 bin kadar negatifi almayı başarmış.
Maier’in fotoğraflarının bir kısmı, ilk olarak 2008’de, açık artırmadaki başka bir alıcı tarafından internete yüklenmiş ama pek dikkat çekmemiş. Maloof, 2009 yılında kendi bloğunu Maier’in fotoğraflarının olduğu bir siteyle eşleştirmiş ve site kısa sürede viral olmuş. Ama hala kutuların üzerinde yazan Vivian Maier ismi onun için bir şey ifade etmiyormuş. Ta ki, gazetede ölüm ilanına rastlayana kadar.
Maloo’nun gelecek tasarımı, Vivian Maier tarafından ele geçirilmiş söylediğine göre. Zaman içinde Maier fotoğrafları toplamayı sürdürmüş ve üç yıl sürecek bir arşivleme işine girişmiş. 2013’te özellikle bakıcılık yaptığı eski çocukların onunla ilgili hatıralarından yola çıkılarak oluşturulan “Finding Vivian Maier” adlı belgesel, “varolmayan fotoğrafçı”ya olan ilgiyi, uluslararası boyuta taşımış.
Akşam alacası yaklaşırken sergiden çıktık. Neredeyse hiç konuşmaksızın, limana doğru indik. Ufak bir avluda Alman birası satan bir bahçede oturduk. Aperativo saati de gelmiş bu arada. Biraz patates cipsi ile sıradan kanepeler getirdiler. Oradan kalkınca sahilde turladık. Ölgün bir görüntü sarmıştı çarşıyı. Otobüsle meydana döndük. Sokağa adım atar atmaz hemen solda yer alan mahalle lokantasından girdik ve şansımıza kapı dibindeki son boş masayı yakaladık.
Beyaz şarap, patates ve fesleğenli ahtapot salatası, kalamar mürekkebine yatırılmış taze makarna ve bir tür mantı söyledik. Yemekler iyi, ortam samimiydi. Kendimizi Vivian Maier kataloğuna ve internette onunla ilgili her şeyi bulmaya adadık. İçebildiğimiz kadar şarap içerek orada oturmayı sürdürdük. Kendi kendine yaptığı bir ses kaydında şöyle diyormuş, “Bizden sonra gelenlere yer açmalıyız. Bu bir tekerlek, dönersin ve sonuna ulaşırsın, sonra bir diğeri senin yerini alır ve başkası da onun yerini.”
Kuleye tırmanmak zaten zordu, bir de üzerine Vivian Maier’in ağırlığı eklendi.