Sibel köşedeki fırından aldığı kruvasan, çilekli çörek, taze ekmek, peynir, süt gibi kahvaltılıklarla geldi. Kahvemiz vardı zaten. Güneşli bir günde, o şahane mutfakta oturup kahvaltı etmeye başladık. Bahçede envai çeşit kuş sesi ve görünen her yerde bol miktarda kara tavuk vardı. Giriş katı olmasına rağmen öyle aydınlık bir daireydi ki… Ve keşfedilecek ne kadar çok şey vardı. Öncelikle şunu saptamak gerekiyor, Airbnb’den bir daire tutmuş değildik. Çok uzun yıllardır bir ailenin yaşamakta olduğu ve şimdi Kaliforniya Santa Barbara’da oldukları için, bir tanıdık aracılığıla kiralama şansı bulduğumuz yaşanan-yaşayan bir evden içeri adım atmıştık. Bir mekana değil bir yaşantıya girmiştik. Yıllarla birikmiş ve belli, ince bir zevkle seçilmiş eşyalar, çocuklar büyüdükçe asma katlarla genişletilmiş odalar – ki şimdi daha çok bir ardiyeyi andırıyorlardı. Her yere iliştirilmiş ve baş rolünde tabii ki torunların olduğu fotoğraflar. Yahudi bir aile. Evin sahibi tiyatro yönetmeni ve vaktinin çoğunu Santa Barbara’da geçiriyormuş. Salonda babası Stephan Lackner’in bir afişi asılıydı. Ünlü Alman ressam Max Beckmann’ın resimlerinin tıpkı basımlarından da bol miktarda vardı duvarlarda. Derken Lackner’in Max Beckmann üzerine yazdığı bir kitaba rastladım.
17 gündür yoldaydık ve nihayet, koşturmamız gerekmeyen bir etaba gelmiştik. Dile kolay önümüzde bu evde geçireceğimiz dokuz uzun gün vardı. Sibel, yolculuğun kirini pasını temizlemek için çamaşır işlerine daldı. Ben mutfağı toparladıktan sonra, salonun dibindeki geniş masaya yayıldım ve Stephen Lackner’in peşine düştüm.
Ernest Gustave Morgenroth. Satıcılık yapan Yahudi babayla, protestan bir annenin çocuğu olarak, 1910 yılında Paris’te dünyaya gelmiş. Ailesi 1. Dünya Savaşı sırasında Berlin’e taşınmış. Çocukluğu, bir yumurtanın bir milyon Mark’a satıldığı o sefalet yıllarına denk geliyor. İlk gençliği ise Berlin’in altın kabare çağı. Eğlence, sefahat, beklenen kızıl devrim, beklenmeyen son. Böyle bir ortamda sanat tarihi ve felsefe tahsili yapmış. 1933’te Hitler iktidara gelince, aile atar topar Paris’e taşınmış. Ernest Nazilerden kurtulmak için takma isim kullanmaya başlamış: Stephan Lackner. Thomas Mann ve Walter Benjamin’le tanışmış orada. 1936’da “Die Weite Reise” (Uzun Yolculuk) şiir kitabını yayımlamış. Aynı yıl Sovyetler Birliğinde “Der Mensch ist kein Haustier” (İnsan Evcil Hayvan Değildir) oyunuyla sahneye çıkmış. 1938’de hayranı olduğu ressam Max Beckmann ile, Londra’da bir galeride “20 Yüzyıl Alman Sanatı” sergisi düzenlemiş ve Beckmann’ın resmi üzerine yazdığı “Mystical Pageant of the World” (Dünyanın Mistik Geçit Töreni) kitabı yayımlanmış. 1939’da göçmen olarak Amerika’ya gitmiş. Önce New York, sonra Santa Barbara.1943-45 arası Amerikan ordusu. Evlilik ve üç erkek çocuk. Romanlar, oyunlar, birkaç beste ve Beckmann üzerine makaleler. 1982’de bir ulusal nişanla onurlandırılmış ve Milenyum’da ölmüş.
Şöyle bir geriye kaykılıyorum oturduğum yerde, gözlerimi tavana dikip bir süre boş boş bakıyorum. Birçok tesadüfün bir araya gelmesi sonucu, şu duvardaki afişten yola çıkarak tanıştığım adamın hikayesini tartıyorum zihnimde. Gidip bir süre de afişteki portrenin önünde dikiliyorum. Gidip Sibel’e anlatmalıyım. İçerden çamaşır makinesinin gürültüsü geliyor. Kapının yanında kocaman bir Max Beckmann resmi. Peki ama o kimdi? Bir bardak kırmızı şarap doldurup, yeniden masaya dönüyorum.
Alman ressam, heykeltraş, yazar (1884-1950). Dışavurumcular arasında gösterilmiş ama Beckmann böyle nitelenmekten nefret edermiş. Anlaşılır bir şey, çünkü 20. yüzyılın başında dışavurumcu olarak aynı torbaya doldurulan çok insan vardı. Adına modernizm dediğimiz büyük bir paradigma değişimi yaşanıyordu o yıllarda. Almanların Weltanschauung (dünya görüşü) dedikleri ve 19. yüzyıl boyunca itinayla birbirinden uzak tutulmuş iki eğilim, modern kavramı altında birleşiyordu. Bunlardan biri toplumsal yapının her şey olduğunu vaaz eden mekanikçilik, diğeri ise bireyi tarih sahnesine çıkarmaya çalışan sezgicilikti. Yeni kurulan burjuva düzeninde insan adeta makinenin bir uzantısı haline gelmişti ve rolünün bu kadar olduğuna inanması bekleniyordu. Dışavurumculuk insanın sıkıştırıldığı bu fare kapanına, dolayısıyla o kapanın içine yem olarak konmuş klasik resme bir tepkiydi. Hermann Bahr biraz da ironik biçimde, “Resimlerin bir tekini anlamasak bile, duyulur dünyayı ihlal ettiklerinden emin olabiliriz” diye yazmıştı. Beckmann o isyanın bir parçasıydı. Felsefeye, edebiyata, mistisizme ve teozofiye meraklı bir parça… 1927’de İmparatorluk Onur Ödülü’nü alan, 1933’te “kültürel Bolşevik” olarak yaftalanan ve 1937’de, Naziler tarafından eserleri müzelerden toplanıp “Dejenere sanat” adı altında sergilenen bir parça… On yıl Amsterdam’da sürgünde yaşamış ve bir türlü Amerikan vizesi alamamış. Ancak 1945’te varabilmiş yeni dünyaya, beş yıl sonra da ölmüş.
Lackner’in onun üzerine yazdığı ve içinde birçok resminin olduğu kitabı karıştırdım bir süre de. Sonra oturup hanidir ihmal ettiğim kendi notlarımın bir kısmını temize çektim. Saat üçe gelmiş. Sibel seslenmese kaptırmış gidiyordum.
Biraz pergelleri açıp, bir şeyler yemek için çıktık. Ne yalan söyleyeyim arada semtin tarihine de kısaca göz atmıştım ve şimdi parkın oradan geçerken anlatıyordum. 1905 civarında George Haberland tarafından, dönemin İngiliz mimarisinden ilham alınarak planlanmış Rüdesheimer Platz. Evlerin cepheleri tek bir mimara verilmiş, katlar ise başka başka mimarlarca tasarlanmış. Böylece hem uyum hem çeşitlilik gözetilmiş. 1910 yılında yapılmış burası. Metro istasyonu da hemen akabinde 1911-13 yılları arasında inşa edilmiş. Heykeller, çeşme ve o şahane ve tuhaf tuvalet hep o zamandan kalma. En azından parkın çevresi üst orta sınıftan insanlara ait. Bio dükkanlar, lüks şarküteriler, bol çiçekçi, restoranlar… Daha ilerilere uzandıkça orta sınıfın evleri sahne alıyor. Geçiş gözle görülür biçimde. Böyle böyle epey yürümüşüz. Arada durup rastladığımız restoranların, kapıya asılmış menülerini inceliyorduk bir yandan da. Bir türlü ne yiyeceğimize karar veremeden Bundes Platz metro durağına kadar gelmişiz. Onun tam arkasında, köşede, eski bir binanın giriş katını tutmuş bir Meksika lokantası vardı. Kısmet!
Çeşitli takolardan oluşan karışık tabak ve iki bira sipariş ettik. Garson aramızda konuşurken duymuş olmalı, yanımıza geldiğinde “Türkçe konuşabilirsiniz” dedi. Salim, Berlin doğumlu, restorancılık okumuş. 30 yaşında ve on yıldır burada çalışıyormuş. İşini severek yaptığı her halinden belli. Yemekten sonra, “Size birer tekila ikram edebilir miyim?” dedi. Memnuniyetle kabul ettik. Bugüne kadar içtiklerimizin -ki hep piyasada satılanlardı- hepsi kadar sertti sert olmasına, yine de içimi çok daha yumuşaktı.
Dönüş yolunda kaybolduk. Yolda tuvalete girmek için, ön tarafı plastik tenteyle kapatılmış, dökük bir İtalyan pizzacıya girdik. İçerisi karanlıktı, topu topu üç masa vardı. Yaşlı ve perişan görünüşlü Almanlar, bira bardaklarına sarılarak tek tek oturmuş, ekrandaki eski bir maçın görüntülerine bakıyorlardı. İki bira söyleyip tenteli kısma çıktım. Burada da durum daha iç açıcı değildi. Ergenliğe geçiş yaşında ve pizzasını kemirmekten başka derdi olmayan kız, yedi-sekiz yaşlarında asık suratlı hiç konuşmayan oğlan ve onlara dert anlatmaya çalışan 30-35 yaşlarında, muhtemelen ikinci kuşaktan kayıp bir Türk baba. Mahkemenin saptadığı o kısa aralıkta çocuklarını görmeye gelmiş belli ki. Ama birbirlerine söyleyecek hiç bir şeyleri yoktu.
Biraları bırakıp kalktık.