U-Bahn’la bir durak gittim ve Heidelberg Platz’dan S-Bahn’a (banliyö ulaşımını sağlayan tren) aktarma yaptım. İtiraf ediyorum ne yaşadığım dönemde ne de daha sonra gelip gittiğim uzun yıllar boyunca, Berlin’de S-Bahn’a binmemiştim. Binmemi gerektirecek sebep olmamıştı, diyorum kendi kendime. Ama bu, şehrin geri kalanını ne kadar az merak etmiş olduğumla ilgili bir itiraf zaten.
Gerçi son zamanlarda, hiç değilse kağıt üzerinde bu açığımı kapatmaya çalıştığımı söylemeliyim. S-Bahn, şehrin etrafında bir dikdörtgen çiziyor. Tam ortasından ise doğu ile batıyı birbirine bağlayan ve Küçük Prens’in o meşhur şapka çizimini anımsatan bir hat daha geçiyor. Toplamı 330 kilometre. 15 hatta, 166 durak var ve bunların çoğu U-Bahn ile bağlantılı. Dolayısıyla kentin hem içinde hem çeperinde istediğiniz noktaya kolayca ulaşabiliyorsunuz.
Bildim bileli şehrin göbeğinde kaldığı için gürültü nedeniyle tartışmalı olan, ama yıllar yılı açık tutulan Tempelhof havalanı kapatılmış nihayet. Trenle geçerken gördüm, kentin ortasındaki o şahane boşlukta planörcüler, bisiklete binenler, uçurtma uçuranlar, parti yapanlar filan vardı. Neukölln’de indim. İstasyondan çıkıp Karl Marx Caddesi boyunca ilerlemeye başladım. Hava hızla kapatmıştı ve yağmurun eli kulağındaydı. Çoğu göçmenler tarafından işletilen dönerciler, antikacılar, kahveler, mağazalar, çiçekçiler, marketlerle doluydu cadde. Kreuzberg’in 20 yıl önceki halini andırıyordu. Richards Platz’a gitmek için bir ara sokağa saptım ve elimde şemsiye, yağmurun altında çivilenmiş gibi kala kaldım. Birçok şeyin toplamıydı o sokak: Yağmurda sığınılan kapı aralığı, bir export dükkanın vitrinindeki ucuz lamba ve duvar halısı, binaların cephelerine takılmış sigara ve sakız makineleri… Ama en önemlisi sokağı boydan boya kuşatan “kira kışlaları”ydı.
19. yüzyılın ikinci yarısında Berlin, kıtanın önemli başkentlerinden biri olmaya soyunduğunda kentte konut sorunu patlak vermişti. Sanayileşmeyle beraber yoğun bir işçe göçü yaşanıyordu. Adından da anlaşılacağı üzere “kira kışlaları” öncelikle şehirdeki Prusyalı askerlerin barınma sorunun çözmek için devreye sokulmuştu. Büyük Friedrich 1876’daki ölümüne kadar, askerlerin aileleriyle birlikte yaşadıkları çok sayıda kışla inşa ettirmekle kalmamış, aynı kışla mantığını sivillere de dayatmıştı.
1860’lardan itibaren ortaya çıkmaya başlayan şehir planlarıyla birlikte, tarım alanları parsellenerek imara açılmış ama kamu parayı askeriyeye ve sanayileşmeye harcadığından, arsaları bölecek ara sokakların yapımı müteahhitlere bırakılmıştı. Onlar da sokak yapmak yerine araya koydukları küçük küçük avlularla, devasa yapı adaları oluşturmuşlar ve çok kar etmişlerdi. 200 ile 300 metrelik adalardan oluşan bloklar çıkmıştı ortaya. Sokağa cephesi 20 metre olan 7 katlı bir apartmanın derinliği 60 metreye yaklaşıyordu. Bir bina kapısından girdiğinizde arkadaki minicik bir avluya çıkıyordunuz, orada bir hinterhaus (arka ev) vardı ve onu geçtiğinizde bir ikinci avlu ve bir üçüncü hinterhaus daha oluyordu. Böyle bir yapı topluluğuna yaklaşık 600-650 kişi istifleniyordu. Önde, cepheye bakan binalarda oturanlar nispeten rahattı ama arkada hele de alt katlarda oturanlar, günışığı girmeyen kovuklarda yaşıyorlardı.
“Kira kışlaları” (Mietskaserne) bunlardı.
Kira sözleşmeleri sadece mevsimlik olarak yapılıyor, böylece ev sahibi kirayı yılda dört kez artırabiliyordu. Hızla artan bir nüfusla birleşince kentte oturacak yer bulmak büyük sorundu. 1863’te Kreuzberg’de çıkan ve şehri bir hafta boyunca sallayan isyanın altında da bu korkunç kira koşulları vardı. Yüzyılın sonuna gelindiğinde, Berlin’in dillere destan soğuğunda 200 bin kişi, sobası olmayan bu evlerde yaşıyordu. 1920’lerde şimdi adını hatırlamadığım birisi, kenti “Taştan Berlin” olarak nitelemiş ve bu hafızalara kazınmıştı.
1960’ların ikinci yarısından itibaren Berlin’e getirilen ve bir süre sonra, fabrika yurtlarını terk ederek ailelerini yanlarına almak isteyen Gastarbeiter’ler (Misafir işçiler), Wedding’de ve Kreuzberg’de, yüz yıl önceki işçiler gibi “kira kışlaları”nın sefilliğine mahkum edilmişlerdi. Kimin nerede oturacağına, kenti yönetler karar veriyordu.
Bütün bu anlattıklarımdan sonra diyeceksiniz ki bunun özlenecek nesi var? Haklısınız. Ama dokuz ile 12 yaş arası üç yılımı böyle bir sokakta geçirmiştim. Bunun hayatımın ilk sokak deneyimi olduğu düşünülürse, burası ilk göz ağrımdı ve şimdi yıllar sonra beni büyülemeye devam ediyordu. Beklendiğim bir randevu olmasa, eminim uzun süre oradan ayrılmazdım.
İlkokul beş ve altıncı sınıflarda, öğretmenliğimi yapan Önder Uçta’yı ziyarete gidiyordum. 12 Mart 1971 öncesi, yurt dışına kaçan Türkiye İşçi Partililer’dendi. Babasının da eski bir komünist olduğunu ve “aile dostları” bir Mit ajanı tarafından ihbar edildiğini, aynı adamın babası hapisteyken eve gelip sık sık bir ihtiyaçları olup olmadığını sorduğunu yıllar sonra öğrenmiştim. Önder Uçta, aradan 40 yıl geçtikten sonra beni arayıp bulmuş, Ara Kafe’de oturmuş laflarken, söz nasıl olduysa oraya gelmişti. Hayatımda gördüğüm en ilginç insanlardan biriydi. Biz Türk çocuklardan bir koro kurmuştu ve iki tiyatro oyununu sahnelemek için aylarca çalışmıştık. Keloğlan’ı kalabalık bir seyirci grubu önünde oynadık da. Aziz Nesin’in savaşı, kahramanlığı ve şehitliği sorgulayan oyunu “Sen Gara Değilsin”, okulun Alman yönetimini rahatsız etmişti. Yasakladılar.
Richard Platz’ı sormak için bir çiçekçiden içeri girdim. Uzakdoğulu çıktı. Ama çiçekçiler daima adresi bilir. Sonunda kapıyı çaldım. Eşi, kızı ve torunuyla birlikte bir odada oturduk, masanın üzerinde bir pasta ve kahve tepsisi duruyordu. Önder hoca ameliyat geçirmişti ve bir hayli kilo vermişti. İstanbul’da gördüğüm adamın yıllar içinde neredeyse hiç değişmediğini düşünmüştüm. Şimdi solgun görünüyordu.
Bata çıka eski kentten yeni kente, Berlin’den İstanbul’dan konuştuk. Esas olarak matematikçidir ve yaptığı işe büyük bir ciddiyetle eğilen insanlardandır. Fotoğrafa meraklıdır aynı zamanda. İstanbul fotoğraflarıyla ilgili bir kitap almış, ona baktık. Şahane siyah beyazlar vardı içinde. Yakın zamanda seyrettiğim ve etkilendiğim Wim Wenders’in Salgado üzerine çektiği “The Salt of the Earth” (Toprağın Tuzu) belgeselinden söz ettim. Wenders’i hiç duymamış. Salgado’yu biliyordu. Filmden bahsettim kısaca. Sondaki yeniden büyütülen orman hikayesinden çok etkilendi. Salı gününe kadar her yer kapalı, ama denk düşürebilirsem filmin bir kopyasını alıp bırakmak isterim.
Arada Fatih Çarşamba’dan söz açtık. 1960’ların başına denk gelen gençlik yıllarında Çarşamba’da nasıl kozmopolit bir nüfusun yaşadığını, kadınların sabahları malta taşlarından yapılmış ev önlerini yıkamalarını ve o malta taşının kendine has kokusunu bugün bile duyduğunu anlattı. Malta taşı kokusu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Tıpkı onun Wenders hakkında hiçbir fikri olmaması gibi. Yine de öyle içten anlattı ki, bunun bir süre evvel geçtiğim o ara sokakta yaşadığım şeyle aynı olduğunu anladım. Sonra Sarıyer’e, o sıra belediyede çalışan ve mecburen rüşvet işlerine bulaşmış bir gençlik arkadaşını ziyarete gidişini anlattı. Canlı ve renkli bir anlatımdı, bütün o boğaz yolunu birlikte geçtik sanki.
Bir ara Sait Faik’den açıldı söz. “1960’ların başında Öğretmen okulundayken bir tek Cumhuriyet’in o zamanki genel yayın yönetmeninin (Cevat Fehmi Başkut) kitaplarını okurduk biz, bir onu bilirdik” dedi. İçine kapalı ve pek de sevilmeyen bir öğrenci varmış. Bir gün onun bavulunu açıp karıştırmışlar kızdırmak için ve orada Sait Faik kitapları bulup, dalga geçmişler. “Bu ne ya, okunacak adam mı bulamadın. İyi bir yazar olsa biz bilirdik,” demişler. “Sonra,” dedi “okudum tabii ve büyük bir taş gibi düştü üstüme Sait Faik.”
Yürürken o büyük taşı düşündüm, Taştan Berlin sokaklarından geçip, akşam alacasında eve geri döndüm.