27 Ağustos

Cluj’a doğru yola çıkarken, arada iki durak kestirmiştik gözümüze. İlki Braşov, ikincisi Sighisoara’ydı. Heyecanlı bir güzergah çünkü çocukluğumdan beri hayalhanemi süsleyen Kont Dracula’nın memleketi Transilvanya’da yolculuk edeceğiz. Buralar eski Avusturya-Macaristan imparatorluğu toprakları ve 1. Dünya Savaşı sonunda Romanya’ya geçmiş yerler. Dolayısıyla çok sayıda Macar yaşıyor, bir sürü insan Macarca ve Almanca konuşuyor ve neredeyse her yerin çift adı var. Örneğin Romenlerin Cluj dediklerine Macarlar Koloşvar diyor. Transilvanya’ya ise Erdel. 

İlk durak olarak belirlediğimiz Braşov 150 kilometre uzaktaydı, iki saat içinde varırız diye hesaplamıştık ama üç buçuk saat sürdü. Köylülerin dalından koparılmış yabani böğürtlenler ve çeşitli mantarlar ve otlar sattıkları nefis bir orman yolu, şirinlik muskası dağ kasabaları. Ama günlerden pazardı ve mecburen girilip çıkılan o kasabaların herbirinde cuma akşamı İstanbul köprü trafiğine rahmet okutacak bir yoğunluk vardı. Belli ki muazzam bir araba sevdası başlamış Romanya’da. Bütün aileler araba peşinde ve pazar günü arabayla gezilecek. Tek eksikleri yol yapacak bir adam!

Her ne hal ise, program sarkınca Braşov’a girmekten vazgeçtik çünkü öbür türlü hava kararmadan Cluj’a varmamız imkansız olacaktı. Sighisoara’ya doğru ilerledik. Sıra dışı bir coğrafya. Buralarda yoğun bir çingene nüfusun yaşadığı kimsenin meçhulü değildir. Köy azmanı yerlerin bazılarında, özellikle çıkış bölümlerinde çingene kralların yeni yaptırdıkları saraylar vardı. İki katlı betonarme binalar ve damları çinko ile kaplanmış, kızgın güneşin altında öyle bir parlıyorlarki insan gözleri kamaşmadan bakamıyor. 

UNESCO’nun tarihi koruma altına aldığı yerler arasında bulunan Sighisoara, çok popüler bir turizm merkezi ve turizm hanidir karabasanla eşanlamlı. 12. yüzyılda Macar Kralı II. Geza’nın ticari hayatı geliştirmek için davet ettiği Transilvanya Saksonları olarak bilinen Alman zanaatkar ve tüccarlar tarafından kurulmuş. 14. yüzyılda bir kraliyet merkezi haline gelmiş ve yükselişi 17. yüzyıla kadar kesintisiz sürmüş. Arabayı kasabanın kıyısından geçen ana yolun kenarına park edip eski kentten içeri doğru yürümeye başladık. Sıcak bir fırının ağzına doğru yaklaşmak gibiydi. Transilvanya mimarisiyle ünlü. Coğrafyayla uyumlu, büklümlü, nevi şansına münhasır bir mimari, masal mimarisi. 

Kós Károly

2017’in bahar ayında,  İstanbul Macar Konsolosluğu’nda, bu mimarinin 20. yüzyıldaki en önemli temsilcisi olan Kós Károly’nin hayatını anlatan bir sergiyi gezmiştik. Şimdi de meşhur Erdel evleri karşımızda duruyordu. Ben en çok damlardan bizi izleyen gözlere takıldım. Kent yukardaki tepeye doğru hızla yükseliyordu ve orada her şeye hakim pozisyonda bir kale ve kilise vardı. Kafileler merdivenleri tırmanıyordu, biz ufak meydandaki bir pizzacıya çöktük. Karşımızda soğuk su püskürten bir pervane vardı. Soğuk biralarımızı yudumlayıp pizzalarımızı beklerken karşı damlardaki o tuhaf gözlere bakıyor ve bir zamanlar burada sürgün olarak yaşamış Eflak Voyvodası Vlad Dracul’u (Kazıklı Voyvoda’nın babası) düşünüyordum. Bütün vampirlerin atasını. 

Bram Stoker ölümsüz kahramanı Dracula’yı yaratırken  bu coğrafyadan ve Kazıklı Voyvoda adıyla bilinen tarihi figürden yola çıkmıştı. İvo Andriç ünlü romanı “Drina Köprüsü”nde bir insanın kazığa geçirilme sürecini bütün ayrıntılarıyla anlatır. Bunun dehşeti yanında, Dracula’nın saldığı korku hiçbir şeydir bana kalırsa. Sonuçta aşk acısı ve ölümsüzlükle lanetlenmiş bir ruhtan söz ediyoruz ve bunu en iyi anlayanlardan biri Werner Herzog’du (Nosferatu). Yine de evlerin damlarındaki o gözler ve tepedeki kaleyle, bir kış gecesi bir yolcu olarak Sighisoara’da kalmak ister miydim? Hiç sanmıyorum. 

Tahmin edileceği gibi epey serinlemiş ve karnımız doymuş bir halde kaleye tırmanmayı göze alamadık. Yükseklerde seyrediyorduk, yavaş seyrediyorduk ama yine de hava camları açıp gidilemeyecek kadar sıcaktı. Tamamen gri dağlarla çevrili bir coğrafya, trafik de yok ama her iki kilometrede bir köyler var. Bunlar yol kenarına dizilmiş evlerden oluşuyor, arkalarında samanlık ve bahçe var, ötesi boşluk.160 kilometrede yaklaşık 70 kadar köy geçiliyor. Yol tamamen açık olsa bile köylerde hız sınırı 50 kilometre ve her yerde polis var. 90’a çıkmakla 50’ye düşmek arasında geçiyor hayat. Neyse ki her evin önünde bir bank ve her bankın üzerinde kurulmuş bir ya da iki ihtiyar vardı. Biz onları seyrederek eğleniyorduk, onlar da bizi.

Cluj’daki pansiyona yerleşip dışarı çıktığımızda akşam alacası bastırıyordu ve şehir meydanı güzel bir atmosfere sahipti. Yemek için bir yere oturmadan önce aşağı taraftaki sokaklara doğru kısa bir yürüyüş yaptık. Bir üniversite şehri burası ve gerek mimarisi gerek insan dokusuyla -çoğu Macar- Orta Avrupa’nın (Kundera duymasın) başlangıç noktası olduğu söylenebilir. Gün boyu canımızdan bezdiren sıcaktan sonra nihayet ılık bir akşam, her yer genç insanların şen kahkahalarıyla çınlıyor, sokağa atılmış bütün masalarda, mumların titreşen alevleri dalgalanıyor ve kimi zaman ara sokaklardan birinden çıkan sarhoş bir çingene, manzarayı tamamlıyor. 

Romen heykeltraş Liviu Mocan’ın bir işi.

Sonunda meydandaki Boujole adlı restoranın aydınlık ve artistik dünyasından içeri girdik. Yemek iyi, şarap vasat, heykeller şahaneydi. Cluj’un yaşayan en önemli heykeltraşıymış Liviu Mocan. Oturduğumuz masanın yanında başı tavana değen bir taş vardı. Bizim eski mezar taşları kıvamında ama daha yapılısı, gövdesi izlerle dolu. Fotoğrafını çekmeye çalıştım, ama pek başarılı olamadım. O çapta bir şeyin bu kadar köşe sıkıştırılmış olması, görevi imkansız kılıyordu. Kapının iki yanındaki vitrinlerde daha küçük işleri vardı, metal ağırlıklı, onlarda da insanı ilk bakışta yakalayan bir şey vardı, bir sihir. 

Yanıtla