Önce Bauhaus Müzesi’ni gezmeyi planlamıştık ama öylece tavlayıcı bir ilkbahar vardı ki, zamanı kapalı bir yerde geçirmek gelmedi içimizden. Biz de Tiergarten’e (Hayvanat Bahçesi) gittik. Park güzeldi güzel olmasına keşke kafeslere tıkılmış o hayvanlar olmasaydı. Çocukken de bir kez gelmiştim buraya ve o zaman böyle hissetmemiştim. Merak baskındı. Daha girişte maymunlar vardı ve çoğunun depresyonda olduğu açıkça görülebiliyordu. Arkada, etrafı suyla çevrili bir kaya parçasının üzerinde sırtını duvara yaslayıp, oturmuş tek başına bir goril duruyordu. Bizi ayıran telin üzerine iliştirilen tabelada 1957 doğumlu olduğu yazıyordu. Benden dört yaş büyüktü ve hepimizden daha bilge görünüyordu. Biraz ileride iki gergedana rastladık. Genç olanı, bahçeden hücresine geçebilmek için, kapalı kapıya toslayıp duruyordu. İnsanlar, gergedan kendilerine kıçını döndüğü için söyleniyorlardı. Paralarının hakkını alamamaktan şikayetçiydiler. Benzer bir durum pars ve leoparların kapatıldığı kafeslerde de görülüyordu. Bu yüzden olsa gerek parkın en dolu olduğu saatte yemek veriyorlardı ki, insanlar “vahşi yaratıkları” görebilsinler. Ama yemeğe tamah etmeyip, kafesin içinde volta atmayı sürdürenler de vardı. Hapishane işte! Bunun insan ve hayvan için farklı olduğunu düşünmek bütünüyle saçmalık.
İnsanın içi kıyılıyor. Bahçenin güzel bir köşesinde nilüferli bir havuzun kenarındaki banklara oturduk. Etrafımız bambularla çevriliydi ama çığlıklar duyuluyordu tabii. Bir süre güneşin altında yattık. Sonra akvaryum bölümüne geçtik. Hayvan insan ilişkileri üzerinde duran çok eski bir Çin denemesi okumuştum bir zamanlar. Hayvanları tek tek sayıyordu yazar ve dünyanın dengesi açısından ne kadar önemli olduklarını anlatıyordu. Sonra balık bahsine geçiyor ve, “Balıkları gönül rahatlığıyla yiyebilirsiniz, çünkü o kadar çokturlar ki yemekle tüketilemez” diyordu. İnsanlığı hafife almak ne demekmiş gösterdik ona.
Park çok da iyi gelmemişti bize doğrusu, kendimizi yorgun hissediyorduk, üstelik epey karanlık akvaryum bölümünde kulakları sağır eden çocuk gürültüsü vardı. Yine de bir süre dişimi sıkıp, denizanalarının olağanüstü güzellikteki dansını izledim.
Çıkınca Wittenberg Platz’a gittik. Gedachtnis Kirsche’nin önündeki geniş kaldırıma, Paskalya şerefine imbisler ve ahşap hediyelik eşya dükkanları kurulmuştu. Epey insan vardı ortalıkta. Sonra U-Bahn’la Görlitzer Bahnhof’a gittik. Afrikalılar mutat köşelerini tutmuş bekliyorlardı. Bu biraz da erkek kültürüyle ilgili bir şey olmalı. Bir yer belirleyip orada duracak. Bir köşesi olacak. Kimseye kaptırmayacak orayı.
Wienerstrasse’den, dümdüz ilerledik. Sol taraf olduğu gibi Görlitzer Bahnhof Parkı’ydı. Büyük bir parktır ama hiçbir zaman ısınamamışımdır buraya. Sağdaki eski “kira kışlaları” epey döküntü halde duruyorlardı. Her yer kafe, bar ve vegan lokantalar tarafından zapt edilmiş görünüyordu. Bir-ikisinin içine girip çıktık. Atılmış koltuklar, ayağı kırık masalar, banklar hepsi de envai çeşit renge boyanmış. Tıka basa ergen dolu arka arkaya sıralanan bir dolu oda. Belli ki gençler, Alman kültürünü temsil etmeyen bu mekanlara yığılmaktan özel bir zevk alıyorlar.
Yolun sonuna, Spree nehrinden oluşturulan yapay kanala kadar gittik. Sonra ana caddeye çıkıp oradan geri döndük. Kırmızı tuğlalı kiliseye gelmeden önce karşılıklı iki köşede büyük tavukçular vardı. Türklerin işlettiği bu yerlerin ikisinin önünde de uzun kuyruklar oluşmuştu. Lüks Alman arabalarıyla doluydu cadde ve boydan boya cam olan mekanın içinde “helal” Türkler tavuk, pilav ve kızarmış patates dolu tabaklara yumulmuşlardı. Bir film platosunu andırıyordu manzara. Yabancı olmak, bir psikolojik gettolaşmayı da getirir beraberinde. Ama bu insanların çoğu 40 yıldır Almanya’da, kimi orada doğup büyümüş, bir kısmı doğru dürüst Türkçe konuşamıyor bile. Yine de…
Biraz ileride bir başka köşeyi tutmuş Baraka adındaki bir Arap lokantasında şansımızı deneyelim dedik, içeride öyle ağır bir koku vardı ki nasıl kaçacağımızı bilemedik. İki gün önce Çek birası içtiğimiz Boulette’ye girdik gene. Bir saatten fazla oturduk. İyi geldi. Bu arada siparişleri yerine ulaştırmak için gelip giden motorcu oğlan ve kızları izledik. Hem motorları hem kendileri çok şık şıkırdımdılar. Bizim motorcu çocuklarla alakaları yoktu.