Dedeağaç’ta öğle yemeği molası verdik. Barbun balığı, Yunan salatası, sahanaki, 20’lik uzo. Malum seferilik var. İlk kez tanıştığımız, kapının yanındaki masada oturmuş uzo içen barbayla kısa sohbet, sarılıp öpüşme faslı.
İpsala sınır kapısında “Hoşgeldiniz” yazısı. Eve dönmek, dile dönmek. Keşan’dan aşağı Gelibolu’ya doğru kıvrılınca aşina eşyaların dünyasını, koltuklarımızı, kitap ve resimlerimizi, bahçeyi, arkadaşlarla kurulacak uzun masaları düşünmeye başlıyor insan. Yolculuğun kör noktası. Araba kullanmayı yolun yarısını geçtikten sonra öğrenmiş biri olarak, kendime hep, her noktanın aynı derecede ölümcül olduğunu hatırlatırım.
Sabah yola çıkmadan hesaplamıştım. Ayvalık’a vardığımızda yaklaşık 8000 bin kilometre yol kat etmiş olacağız. Tuhaf şey, bir yıl önce başka bir güzergahta yaptığımız Avrupa gezisi gibi bu da otuz yedi gün sürdü. Rastlantı mı? Elbette. Yaşam, sürekli düzene sokmaya çalıştığımız bir kaostur ve burada seçimlerimiz kadar rastlantıların da rolü vardır ve onlara metafizik bir şeymiş gibi bakanların, aklına şaşarım. Ama rastlantı demişken, hepsi bu kadar değil. 1980’lerin ortalarında daktiloda bir kağıda yazıp, Boyacıköy’den Cihangir’e, Çukurcuma’ya oradan Çıralı’ya, yıllar yılı gezdirip, mantar panoya tutturduğum bir şiir vardır. Turgut Uyar’ın az bilenen şiirlerindendir, onunla bitirelim.
“Otuz Yedi Gün Kaç Gündür”
-ama siz ne kadar sayarsanız o kadar
bu yaşta hakkım yok ki mutlu olmaya
her şey taze ve güzel
ve çılgın olmaya hazır
benim,
-ama her yaşta mutlu olmaya hakkı vardır insanın
peki, o zaman insanın kalbi nerdedir
Atina’da mı, İskenderiye’de mi
İ.S. 1900’de Azapkapı’da mı İstanbul’da
-ama insan kalbinin içindedir
peki, ne yazdınız ne yaşadınız bugüne kadar
ne güzel şeyler mi
bütün olta balıkçıları ölüp gittiler
hiç bir şeyleri kalmadı hiç
olta misina kerteriz dümen
denizleri bile
-ama kerterizleri yoktu ki zaten
sigaranı mı sordun sönmüş şurada duruyor
sönmüş orada duruyor işte
-ama ne kadar ahşap ev varsa yakar yine de