31 Ağustos

Sabah kalkınca, ev sahibemize mesaj atıp, yakınlarda bir laundry olup olmadığını sormuştuk, o da bir adres yollamıştı. Google maps’te işaretleyip elimizde kocaman birer torba yola koyulduk. Çamaşırları makineye atıp, o arada kahvaltı edecektik, plan buydu. 25 dakika kadar dolandıktan sonra öyle bir çamaşırhane olmadığı kafamıza dank etti. Civarda kahvaltı edecek bir yer de yoktu. Buda’nın bu bölgesi daha çok yerleşim yeri. Öyle ha deyince yiyecek içecek bulmak kolay değil. Karşımıza bir AVM çıktı mecburen oraya girdik. Bir şeyler atıştırıp sonra otobüsle Dohany sokağına, dün dolaşırken gözümüze kestirdiğimiz çamaşırhaneye gitmek için yola koyulduk. Bir yandan da “Benim Güzel Çamaşırhanem” filmini hatırlayarak, Hanif Kureishi’nin kulaklarını çınlatıyorduk. 

Köprüyü geçerken önden bir kahve içmenin daha iyi olacağını düşündük ve otobüsten inip hemen birkaç adım mesafedeki meydancığa bakan Cafe Central’in güneşli masalarından birine kurulduk. 1887’den beri açık olan mekan İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1990’ların ortalarına kadar şehirdeki komünistlerin kabesiymiş. Hem içi hem dışı şahane. Şimdi artık pahalı, turistik bir yere dönüşmüş. Şık şıkırdım garsonlar hemen başınızda bitiyorlar. Telefon çaldı, Miskolc’deki arkadaşımız aradı yeni teklif 17 milyon forint’miş. Anlaştık. Sözleşme yapmak için yarın erkenden Miskolc yolu göründü bana. Ama yarına daha çok var. Önce şu çamaşır işini halletmemiz gerekiyor. 

Sahne: Mosoda Hostel’in alt katı. Duvar dibine yan yana dizilmiş dört büyük çamaşır makinesi ve onların üzerine yerleştirilmiş 4 kurutma makinesi. Sağdaki daracık merdivenden yukarı hostele çıkılıyor, orası aynı zamanda jeton alınan yer. Giriş kapısının olduğu bölüm tamamen cam. Onun önünde bavulunuzu yerleştirebileceğiniz ahşap tezgahlar var. İki tane iskemle ve bir orta sehpası. Tam kısa film çekilecek mekan. Jarmusch tarzı bir şey: Gelip giden tipler, dönen makineler, başı sonu belirsiz konuşmalar… 

Birinci kesim: Biz de hem renkliler hem de beyazlar var. Yaşımız geçkin olduğundan, gençler gibi hepsini aynı makineye atıp allaha havale etmemiz söz konusu değil. Girdiğimizde ortadaki iki makine doluydu. Baştaki  makine boşalmıştı ama önüne otağ kurmuş 60’larındaki Macar kadın, üstteki kurutma makinesinden çıkarttıklarını büyük bir özenle katlayıp torbalara, çantalara yerleştirdiği ve bu arada dünyaya kıçını döndüğünü için, ona ulaşmak imkanı yoktu. 

Sibel jeton almak için merdivende kayboldu. Ben dördüncü makineye renklileri tıkıştırdım. O sırada 17-18 yaşlarında Fransız üç oğlan çantalarıyla içeri girdiler ve yaşlı kadını hafifçe itekleyerek bir numaralı makineyi lebalep doldurdular. Sibel dört jetonla geri geldiğinde -ikisi kurutma için-, beyazlarımız için boş makine kalmamıştı. 

Renklilerimizin olduğu makineyi çalıştırdık. Ancak meğerse önceden deterjanı boşaltacak bir düğmeye basmak gerekiyormuş. Bu durumda bizim renkliler sade suya tirit dönüp duruyorlardı ve makine bittiğinde bir tur daha yapmamız gerekecekti ki bu da fazladan bir yarım saat demekti. Böylece bir laundry dünyasının içine doğru çekildik. 

İkinci kesim: Fransız oğlanlar makineyi çalıştırıp gittikten sonra onlardan oluşan boşluğu hostel’de kalmaya gelmiş bir Kuzey Afrikalı doldurdu. Elindeki bavul öyle inanılmaz boyutlardaydı ki uzun süre ona kilitlenip kaldım. Rahatlıkla bir ceset de taşıyor olabilirdi. Bavulu iki eliyle zar zor kaldırıp iki basamak ancak çıkartabiliyor, sonra biraz soluklanıp aynı hareketi yineliyordu. Eskiden gençler seyahate sırt çantasıyla çıkmaz mıydı? Yanıt, dünyanın neresinden geldiğinize göre değişiyormuş demek ki. Kısa süre sonra kapının önünde iki kız belirdi. Biri başörtülü, diğeri açık. Derken üst kattan başka bir kız indi. Belli ki burada kalmak için anlaşmışlar. Başörtülü kızın bavulu da biraz önceki oğlanın bavulunu aratmıyordu ve merdivene doğru çekiştirirken ortadaki sehpayı yer ile yeksan etti. 

Sibel’e dönüp, bir süredir aklımdan geçen şeyi ağzımdan kaçırmış bulundum ”Hostel’de kalacak biri nasıl böyle bir bavulla seyahat eder ki?”

Bunun üzerine başörtülü kız arkadaşlarına dönüp: “Aaa, Türklermiş!” dedi. 

Üçüncü kesim: Onlar gidince bir Uzak Doğulu oğlan girdi sahneye ve Fransızların çamaşırlarının olduğu makinenin önüne yerleşti. Biz o sırada beyazları, boşalan orta makinelerden birine yüklemiş, kurutmaya koymak için renklilerin bitmesini bekliyorduk. Sonra ki hedefimiz hiç değilse yarım saatliğine bu çok hareketli setten uzaklaşmaktı. O sırada Fransızlar gelip çamaşırlarını kurutma bölümüne aktardılar ve yeniden sırra kadem bastılar. Kurutma yıkamadan daha uzun, 45 dakika sürüyor. 

Dördüncü kesim: Uzak Doğulu çocuğun az sayıda çamaşırı bir numaralı makinenin dişinin kovuğuna bile gitmemişti ve genç adam, makineyi nasıl çalıştıracağını bilmediği için yardım arayan gözlerle sağa sola bakınıyordu. O sırada geri gelen Fransızlardan birini yakaladı ve bilgi aldı. Bu sırada bir İngiliz girdi içeri. Çamaşırlarıyla gelmişti, boş yer yoktu ama bu ona engel değildi. Böyle adamlar nerede olsa işlerini yola koyacak bir çözüm bulurlar: mimikleri, saç kesimi, hareketleri, konuşma tarzı ve fıldır fıldır aranan gözleriyle benden uzak durmanız da fayda var diye bağırıyordu. Makineyi çalıştırmak için son hazırlıklarını yapan Uzak Doğulu oğlana çengel atması, kirlilerini birlikte yıkamaya ikna etmesi ve daha makinenin kapağı bile kapanmadan yarım saat sonra geleceğini söyleyerek kayıplara karışması bir oldu. Uzakdoğulunun zaten oradan ayrılmaya niyeti yokmuş, bir sandalyenin üzerine tüneyip telefonuna daldı. 

Beşinci kesim: Bir an oluşan boşlukta soluklanmaya çalışıyorduk ki, merdivenlerden bir başka Uzak Doğulu indi, yalınayak geziyordu, son beş dakikalık turunu atan kurutucunun önünde ayakta durdu ve telefonuna gömüldü. Bu arada biz de renklileri kurutucuya koyup bir şey içmek için çıktık.

Altıncı kesim: Döndüğümüzde üç Fransız oradaydı, Uzak Doğulu oğlan ve İngiliz de. İngiliz kurutma işini bağladıktan sonra derhal gözden kayboldu. Fransızların bir on dakikalık işleri daha vardı belli ki. Bu arada bizim renkliler de bitmişti ama kurutma makinelerinin hepsi doluydu. Gerçi bir makine bitmişti ama çamaşırların sahibi ortada yoktu. Derken elinde bir sepet dolusu çamaşırla genç bir adam indi merdivenlerden. O belli ki hostel’in kirli çamaşırlarını yıkıyordu. Önce makinelerin kasalarını açıp birikmiş jetonları topladı. Sonra boş bir makineyi tıka basa çamaşırla doldurdu. Yine de sepetin ancak yarısı boşalmıştı. Adama, hanidir işi bitmiş olan içi dolu kurutma makinesini gösterdik ve sahibi gelmezse ne olacak, diye sorduk. Makinenin kapağını açıp, çamaşırları yandaki sandalyenin üzerine yığdı. Kurutmayı ayarlayıp 45 dakikalık bir şehir turuna çıktık. 

Astoria’nın köşesinde yollarımız ayrıldı. Ben ilk sahaftan içeri daldım. Almanca ve İngilizce kitapların olduğu bölümü sordum. Adam üşenmeyip bir de merdiven getirdi üst raflara bakabilmem için. Çamaşırhaneyle randevumuz olmasa akşamı ederdim rahatlıkla. Kısa süre sonra  20. yüzyıl başında Sibirya’dan yürümeye başlayıp Moğolistan’a kadar giden bir Alman’ın seyahatnamesiyle çıktım dükkandan. 

7. kesim: Laundry’e vardığımızda ekip tamamen değişmişti. Biz çıkmak üzereyken genç irisi bir Afrikalı geldi, göbeği t-shirt’inden taşmış gamsız bir herif. Sandalyenin üzerine atılan çamaşırlar onunmuş, hiç istifini bozmadan hepsini döke saça topladı. 

Çamaşır yorgunluğunu atmak için akşam evde kalmayı tercih ettik. 

Yanıtla