4 Mart 2016

Börekçi, kahveci, dejavu. Üç gündür yaptığımızın aksine bu kez Egnatia’ya inince sola kıvrıldık, ilk göz ağrımız tren garını geçtik ve sanayi bölgesine girdik. Aslında eski sanayi bölgesi. Daha önce şehrin buralarına uzanmamıştık, sadece uzaktan çatılardaki eski tip antenlere bakmıştık akşam alacasında, zor hayatlar. Güneşin ve meleksi kümülüslerin altında iyice belirginleşen yoksulluk, bırakılmışlık, pas rengiyle  “parlak dünya”ya tutunma çabası. Bu çocuklar ve genç kızlar, dünyanın sonunda ne arıyorlar? Niye cardonlarla beraber yaşamaya terkedilmişler ki?

Haliyle, kestirme çıkışı kaçırdım. Kamyonlarla, tırlarla dolu bir yan yolda sürünmeye devam. Bütün tabelalar, tıpkı bizde olduğu gibi acayip yönleri gösteriyorlardı. Neyse ki Eleni Karaindru’nun müziği vardı. Sonra sihirbaz parmağını şıklatmış, mendilini sallamışçasına birden kurtulduk o yoldan.  Atina tabelalarına doğru ilerledik hızlıca, bir grup ipini koparmış otomobille birlikte, sonra Verisa istikametine sapıp onlarla da bağımızı kopardık. Dünya varmış!

Yunanistan’ın en uzun nehri olan İnce Karasu’ya (Alyakmonas) paralel olarak dümdüz bir ovada ilerledik. İki yanımız baharları patlamış meyve ağaçlarıyla doluydu: Pembe, beyaz, erguvan, kızıl. 20-25 kilometreyi nasıl geçtiğimizi hatırlamıyorum, renk tayfının içinde yitmişim. Sonra sağdaki yamacın tepesinde Verisa kentinin binaları belirdi. En az üç bin yıllık bir kent. Romalılar zamanında ilk Hıristiyanlar yaşamış, İkinci Dünya Savaşı öncesi muazzam bir Yahudi nüfusu varmış.  UNESCO’nun koruma listesinde. Bugün daha çok bir ticaret merkezi olarak biliniyor. İçine girmedik çünkü daha yeni yola çıkmıştık ve gün batmadan varmamız gereken bir hedef vardı. Ama uzaktan sadece binalardan oluşmuş sıradan bir yer izlenimi veriyordu insana.

Bir süre sonra Batı Makedonya tarafına geçmek için Pindus Dağları’nı tırmanmaya başladık ve 50 kilometre sonra tepedeki Kozani’ye vardık. Dar sokakları ve iğrenç binalarıyla sevimsiz bir yerdi. Simgesi ayı olan bir dağ merkezi. Aman da aman. 

Kozani Lea Roi

Kent merkezindeki art noveau otel binasını ve altındaki kafe-bar’ı görünce bir miktar dağıldı bu ilk izlenim. 20. yüzyıl başından kalma şahane bir binaydı ve belliki dün gece önündeki meydanda karnaval kutlanmış, sabaha kadar dans edilmişti. Otelin alt katını tamamen kaplayan Lea Roi’nin kapısını açıp içeri girdiğimizde saat 13.00’tü ve sanki sabaha kadar eğlenenler onlar değilmiş gibi, içme faslı bütün hızıyla sürüyordu. “24 Saat Parti İnsanları” filminin içine düşmüş gibiydik.  Bar, masalar, kenar köşe her yer insan doluydu. En dipte, duvara monte edilmiş bir tezgahın köşesine sığışıp kahve içtik ve çikolatalı laz böreklerinden atıştırdık. Kafeden çıkıp arabaya doğru ilerlerken, baştaki sıkıntı geri dönmüştü çoktan. Aynı şehirde o bina ve bu sefillikler nasıl yan yana olabiliyordu? Onu yapanlar artık var olmayan şehrin Yahudileri miydi? Derken karnaval malzemeleri satan bir dükkanın önünde bulduk kendimizi. Sahibesi de en az dükkandaki mallar kadar ilginçti. Vamp maskeler, üfleyince açılan kağıttan düdükler filan alıp yola koyulduk. 

Kozani perukaları

Artık önümüzdeki hedef Yanya idi. Önce 221 kilometre yazdı bir tabelada.  Sonra otoyola girdik ve mesafe birden 136 kilometreye düştü. Bu neredeyse 90 kilometrelik farkın hikmetini dağa tırmanmaya başlayınca anlayacaktık. Kadim cüceler gibi dağın her yerini oymuşlardı. Bir tünel bitince diğeri başlıyordu. Selanik’ten yola çıktığımızda sıcaklık 16 dereceyi gösteriyordu, şimdi iki bin metreye tırmanmıştık ve bir tünelden çıktığımızda yoğun bir kar yağışının içine girdik. Yazık ki bir sonraki tünel 200 metre ötedeydi. Tünel araları giderek kısaldı ve 30-40 metreye kadar düştü. Ara bu kadar kısa olunca iki karanlık arasında birisinin salladığı büyük bir kar küresinin içindeymiş duygusu uyanıyordu insanda. Karanlık-lapa lapa ve ağır çekim düşen karlar-karanlık temposunda, huşu içinde yol aldık. 

Yanya’ya girdiğimizde, sağanağa dönüşmüştü yağış. Gölün kenarında her şey korunmuştu ve olağanüstü güzel görünüyordu. Asırlık ağaçlar da binalar da. Tabii turistik yerlere dönüşmüştü hepsi, ama bu yağmurda ve mevsimde ortada bizden başka birkaç okul kaçağı genç vardı. Başları bulutlu dağlar arasında olağanüstüydü manzara, daha iyi bir havada gelip hiç değilse bir gün kalmak konusunda hemfikirdik. Manaki Kardeşler’in memleketiydi burası. Osmanlı döneminin ilk sinemacıları. Ama biz Tepedenlenli Ali Paşa’yla hatırlamayı tercih ediyorduk Yanya’yı. Herkes layığını bulur!

Yanya

Kahve içip sandviç atıştırdık bir kafede, vasattı. Oradan 90 kilometrelik çok rahat, bol tünelli bir yolla gün batmadan önce İgumeniça’ya vardık. Yunanistan’ın Adriyatik denizine bakan ve İtalya’ya giden feribotlarıyla ünlü kasabası. Restoranlarla, kafelerle, barlarla dolu uzun güzel bir sahili var. Tabii bu mevsimde çoğu kapalı. Ortalık boş olunca daha çok bir TIR kasabasını andırıyor. Buradan Bari’ye, Ancona’ya ve Trieste’ye kalkan dev feribotlarla araç ve insan taşımacılığı yapılıyor. Limanın girişindeki gişeden biletlerimizi aldık. Daha dört saatten fazla vardı geminin kalkmasına. Kordon boyuna geçtik, arabayı park edip hafif yağmurun altında pergelleri açtık bir süre. Sahilde inanılmaz bir gün batımı vardı; Angelopoulos filmlerinde deniz kenarında durmuş insanlar görürsünüz, aynı kadrajın içinde o insanlar gibi kalakalmıştık bizde. Eleni’nin müziği orada, durgun suyun üzerinde yankılanıyordu. O kadar büyüleciydi ki, yağmur hızlanmasa daha uzun süre o kıyıda durabilirdik. Ama şimdi Aleko’nun tavernasına sığınmak daha gerçekçi olacaktı. 

Igumeniça sahili

Vakit erkendi ve ortalıkta Aleko dahil -hoş daha sonra da kimse gelmedi ya!- kimsecikler yoktu. Girip yuvarlak bir masaya oturduk. Üstümüzdekileri çıkartıp iyice yerleştik. Duvarlardaki İgumeniça ‘nın eski halini gösteren siyah-beyaz fotoğraflarını incelemeye başladık. Küçük, çok sevimli bir balıkçı kasabasıymış ve ondan geriye bir şey kalmamış. Neden sora Aleko da ortaya çıktı. Yetmişine yakın janti biriydi. Ahtapot istedik, uzo tabi ki, yazık ki Barbayani yoktu. Dil balığını sormak için dilimizi çıkartarak karşılıklı gülüştük. Mutfağa çağırdı bunun üzerine, balıkları göstermek için. Karısı orada yemekleri pişirmek için bekliyordu. Tipik Yunan tavernası. 

Mutfak geniş ve donanımlıydı. Bir süre uzo Plomari içtik, ama bu sakızlı tat bizi hasta ediyordu. Yemeği bitirip tsipouro’ya geçtik. Bu arada bir anlaşmazlık daha oldu, biz tsipoura demeye çalışırken o balık istediğimizi sanmış. Artık teklifsiz olmuştuk iyiden iyiye, kolumdan tutup mutfağa sürükledi beni. Bu arada karısı da elde balık tepsisi bekliyordu. Meğer çupra anlamış, içki istediğimizi söyleyince? Ben içki işareti yapınca,  “Aaaaaa tsipouro!” dedi. E sonrada elinde dolu bir karafla geldi. Tamam gemiye binecek ve uyuyacaktık ama yine de çoktu. Biz de hepsini içmeyip kalanını bir pet şişeye dogy bag yaptırdık. 

Karanlıkta yağmur kırbaç gibi şaklıyordu. Arabaya doğru koşturduk. Limanın ağzı bir tır kuyruğu tarafından kapatılmıştı. Dev araçların arasında çok çaresiz görünüyorduk ve o kuyruğun sonuna girersek gemiye binebileceğimiz de çok şüpheli görünüyordu. Karanlık ve yağmurlu gecede ortada kimse yoktu. Geri dönüp gündüz bilet aldığımız yere geldik ve limana nasıl gireceğimizi sorduk. Meğer o tır dağının arkasında arabalar için ayrı bir giriş varmış. 

Rıhtıma girince ilerde yağmurluklu bir adam işaret etti, geminin yanaşması beklenen yere, burnumuzu denize çevirerek park ettik, ortada bizden başka kimseler yoktu. Yağmur arabayı dövmeye devam ediyordu ve biz müziği köklemiş, pet şişeyi dolaştırıp tsipoura içerek bir tür alem yapıyorduk. Bu sırada yanımız yöremiz tırlarla dolmaya başlamıştı. 

Yağmur zayıflamıştı ve karanlık bir ufka bakıyorduk. Sonra tıpkı rüyadaymışçasına, o karanlığın içinde bir gökdelenin ışıkları belirdi. “Amarcord” filminde denize açılıp uykulu gözlerle transatlantiğin geçişini seyredenler geldi aklıma. Gördüğümüz manzara en az onun kadar inanılmazdı. O kocaman Tırlar bu yeni canavarın ağzının içinden bir kere geçtikten sonra, geminin karın boşluğunda yitip gidiyorlardı. En öndeydik güya ama içeri girmek için bizden önceki Tır geçişini yaklaşık bir saat beklemek zorunda kaldık. Sıra bize geldiğinde, gemiye asla sığmayacaklarını düşündüğümüz onlarca tırın, metal balinanın karnında Yunus Peygamber kadar yer tuttuklarını görerek afalladık. Geminin üçüncü katına kadar arabayla çıktık. Orada Peugeuot’yu kaderine terk edip, içinde dört kişi kalacağımız, tuvaleti ve banyosu olduğu söylenen kamaramızı aramak için yeni bir serüvene atıldık. Bunun için önce asansörle 9. kata çıkmamız gerekiyordu. 

Dokuzuncu katta, asansörden çıkınca bir sofa vardı ve o sofanın iki kanadından ince uzun iki koridor uzanıyordu. Koridorların girişindeki duvarlara, sağ tarafta tek numaraları, sol tarafta çift numaraları gösteren tabelalar yerleştirilmişti. Birerle koldan yürüyorduk -çünkü koridor iki kişinin yan yana yürüyemeyeceği kadar dardı. Bu devasa gemide, bu koridoru bu kadar dar yapan tasarımcının hatırını sorup duruyordum içimden. Daha yolun yarısına gelmeden, Mudanya’da nezarette geçirdiğim geceden beri ara sıra yoklayan klostrofobim depreşmişti bile. 

Yine de 50, 60 metre sonra ilk koridor bitip ikinci havalandırmaya çıktığımızda biraz soluklanıp ikinci koridora girme cesareti buldum kendimde. Bizim hücre o koridorun da en sonundaydı. Bunca yolu gelmiştik, ama odanın anahtarını almayı unutmuştuk. Sibel’le İsmail artık iyiden iyiye bir tabutluğu andıran koridorda uzaklaşırlarken, duvara yaslanıp gözlerimi kapadım. Neden sonra geldiler, kamaranın kapısı açıldı, iki yanında ranzalar olan, penceresiz bir nezarethaneydi bu. Kendime burasının bir nezarethane olmadığını anımsatmak için, içimden geceliğine 250 euro ödediğimizi tekrarlayarak, dönüp dönüp odaya baktım. Bu şimdiye dek kalamadığım en pahalı otel odası olacaktı.

Eşyaları bırakıp gemiyi dolaşmaya çıktık. Yüzü düşen bir tek ben değildim tabii. Ya da şöyle söyleyeyim, herkesin yüzü düşmüştü ama ben panik halindeydim. 

10. katta, yemek kokusunu takip ederek ilerledik ve depresif mekanda oturmuş ve önlerindeki yemeğe odaklanmış birkaç tır şoförünün olduğu lokantayı gördük. Bir üst katta disko vardı o malum  yanardöner topuyla falan. 

Nihayet en üst kata vardığımızda bir kapıdan açık havaya çıktık ve devasa bacanın yanında durarak derin bir nefes aldık. Yağmur dinmişti. Burada dipte daha korunaklı bir yer de vardı ve orada oturduğunuzda, rüzgarı yüzünüzde hissedebiliyordunuz. Geminin içindeki tek kaçış noktası ve onun orada olduğunu bilmek hayati önemdeydi, en azından benim için, böylece yavaş yavaş sakinleştim. Ama bu zaman zarfında içtiğimiz onca uzo ve tsipouro sanki buharlaşıp yok olmuştu. Bir cin gibi uyanıktım. 

Soğuktu tabii, burada kalamazdım, ama o tabutluğa da dönemezdim. Böylece yollarımız ayrıldı. Onları asansöre bindirdikten sonra, geminin üst kattaki salonunda oturup yazı yazmaya koyuldum. Daha önce gözüme kestirdiğim ve şuracıkta bir yere kıvrılırım dediğim lüks salonun kapısına kilit vurulmuştu. Daha mütevazı taraf ise Yunanistan’a bir spor karşılaşması için gelmiş, geri dönmekte olan İtalyan gençlerin işgali altındaydı. Öyle bir gürültü yapıyorlardı ki, ne yazı yazmanın ne kitap okumanın imkanı vardı. Öğleden sonra üçe kadar bu gemiden çıkış imkanım olmadığına göre -yani 15 uzun saat- kendime başka bir yaşam alanı bulmalıydım ama yoktu. Bu arada saat geceyarısını vurdu ve ben de bal kabağına dönüşmüş halde gemiyi turlamaya çıktım. 

Yanıtla