Sibel’i uyandırmamak için parmak uçlarımda giyinip bahçeye çıktım. İşletmenin sahibi de erkenciydi. 40’lı yaşlarında bir adam, üzerinde eski gri bir pantolon, iyice yıpranmış bir gömlek ve onun üzerinde eprimiş bir yün hırka, ilerideki ağaçların altında duruyordu. Yanına gittim, selamlaştık. Marco’ymuş. Söylediğine göre villanın son mirasçısıymış. 30 dönümlük bir arazi üzerinde, 800 metrekare taban alanlı iki katlı devasa bir taş yapıdan söz ediyoruz; karısı ve ilkokul çağındaki çocuklarıyla günü kurtarmaya çalışan bu adam öyle mi? Binanın duvarlarındaki İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma kurşun izlerini gösterdi, ama ne villa ne de şanlı geçmişi çok umurunda değil gibiydi. Otuz dönümlük bir arazide yapılacak işleri saydı döktü bir çırpıda, ağır yükün altında ezilen bir hamalın yılgınlığıyla ama güler yüzle; bir müşteriyle konuşmakta olduğunu unutmadan.
Akşam yemek yediğimiz salonun girişinin biraz ilerisinde ufak kapıdan, karısı çıkıp seslendi ve adam yanına gidene kadar uzaktan öylece durup bizden tarafa doğru baktı. Kadının üzerinde de rengi atmış siyah pantolon, bluz ve etekleri sarkmış taba rengi hırka vardı. Adam gibi o da buraya kazara düşmüş biri izlenimi uyandırıyordu. Ama adamın aksine, bu mesafeden bile otoritesinin tartışılmazlığı belliydi. Bu otoritenin içindeki önemli güçlerden biri, dünya yıkılsa başını çevirip gündelik hayatını sürdürecek biri olmasındaki rahatlıktan kaynaklanıyor olabilirdi.
Neredeyse 15 yıldır benzer bir iş yaptığımdan, sabah serinliğinde durmuş onları izlerken aklımdan geçenler bunlardı. Karı-koca villanın hizmetçileri olarak sürdürüyorlardı hayatlarını, tek dertleri bu devasa canavarın karnını doyurabilmek ve bu arada kendi hayatlarını idame ettirmekti.
Böylece kaçınılmaz olarak suyun akışını izlemiş ve karşılamaları imkansız masraflarıyla baş edebilmek için binanın bir bölümünü airbnb’den kiralamaya karar vermişlerdi. Arabayla Floransa’ya 20 dakika mesafede, tepeden Toscana’ya bakan böyle bir yerin varsa ve satıp gitmiyorsan yapılacak başka bir şey de yok zaten. Amerika’da olsa belki düğün salonu yaparlardı ya da Ku Klux Klan’a kiralarlardı.
Bahçede biraz daha dolaşınca, diğerleri de birer ikişer sökün ettiler ve böylece kahvaltı etmek için Impruneta’ya doğru yollandık. Burası terakotalarıyla ünlüymüş. Nereye kafanızı çevirseniz bir terakota mağazası ile karşılaşıyorsunuz. Meydandaki tek hareketli yer olan ve kapısında Bar Italia yazan dükkandan içeri girdik. Uzunlamasına, tren vagonu gibi bir yerdi. Girişin hemen solunda sandviçler, kruvasanlar, tatlı çörekler ve pastalar diziliydi. Envai çeşit kahve vardı ve belli ki sabah kalabalığı dağıldıktan sonra bar müşterileri sıraya girecekti. İçerisi epey doluydu ve doğal olarak herkes birbirini tanıyordu. Girişte sağ taraftaki bir masaya iliştik. Tek yabancı bizdik, selamladılar ve muhabbetlerine geri döndüler.
Bir köşede oturmuş tuhaf memnuniyet sesleri çıkartarak yiyip içerken, bir yandan da bıraksalar birkaç günü hatta birkaç haftayı bu barda geçirebileceğimi düşünüyordum. Çok mu güzeldi? Kusursuz bir oturmuşluğu, dinginliği, sahiciliği vardı. Yoksa Türkiye’de çok daha iyi dizayn edilmiş yerlerde oturuyorduk ama gerçek değillerdi. Gerçek olabilmeleri de çok zordu, çünkü mekanın kendisinden çok içini dolduran insanlardaydı mesele. Çok uzun zamandan beri süzülüp gelmiş bir kültürü alıp buradan oraya götüremiyorsun. Barı götürebilirsin ama.
Burada daha uzun zaman geçirip ondan sonra Floransa’ya gitsem, heykellere, müzelere, mimariye o tecrübeden sonra baksam her şeyi çok farklı bir bakışla göreceğim vehmine kapıldım. Burayı anlamadan oraya bakmak, kaçınılmaz olarak gelgeç bir turistin bakışına dönüşecekti. Böylece akıp gidebilirdi düşüncelerim, belki sabah kahvesinden sonra bir sabah konyağı sipariş ederek ve insanların değişmesini, mekanın dolup boşalmasını izleyerek. Oysa önümüzde 70 kilometrelik bir Arezzo etabı vardı. Daha önceden dersimizi çalışmıştık ve biliyorduk ki orada her pazar sabahtan öğlene kadar şahane bir antika pazarı kuruluyordu. Dün gece hiçbir şey anlamadan çıktığımız virajlı tepeden aşağı doğru süzüldükten sonra, Toscana vadisinin köy yollarına daldık.
Arezzo, ovanın ortasındaki bir yükseltinin üzerine kurulmuş. Gri bir kasaba gibi gözüküyordu uzaktan. Yedi-sekiz kilometreden kilise ve çan kulesi göze çarpıyor önce, işaret fişeği gibi. Büyülenmiş halde kasabaya doğru ilerliyorduk.
Gelmeden önce Dante ile ilgili bir şeyler okumuştum. O dönem bütün İtalya şehir devletlerinden oluşuyordu ve en ücra köşelere kadar iki rakip parti arasında bölünmüştü: Guelfo (papalık yanlıları) ve Ghibellinolar (imparatorluk yanlıları). O zaman 24 yaşındaki Dante, papalık yanlısı Floransa ordusu ile birlikte Arezzo’ya karşı savaşmaya gelmişti. 1289 yılında, tarihe Campaldino Savaşı olarak geçecek savaşta, Arezzo’ya şimdi bizim geldiğimiz yönden yaklaşmış olmalı Floransa ordusu. Savaş Arezzo süvarilerinin beklenmedik saldırısıyla başlamış ve Floransa süvarileri bir anda dağılmışlar. Dante atından düşmüş ve ayaklar altında ezilme tehlikesiyle karşı karşıya kalmış. Tam bu sırada karşı saldırıya geçen Floransa piyadeleri olmasa, oracıkta ölüp gitmesi işten bile değilmiş. O zaman ne sürgünde geçen bir hayatı olacaktı ne de “İlahi Komedya”.
İnsanların kendine soyağacı uydurmaları yaygınmış o dönemde. Dante de bu uydurmacılardan birisi. Babası bir tefeceymiş ama kendine Romalı bir soydan gelen, Haçlı Seferlerine katılmış ve İmparator III. Konrad tarafından şövalye yapılmış bir büyük-büyükbabanın da içinde yer aldığı, daha tatmin edici bir soy ağacı uydurmuş. Başkalaşım ve uydurma sanata içkin şeylerdir, diyelim.
Kendine soylu bir geçmiş uyduran ve düşmanlarıyla, inşa ettiği cehennem aracılığıyla hesaplaşmaya çalışan bu adamın gücü nereden geliyordu peki? Hıristiyan öncesi temalara dönmesi ve halkın kullandığı gündelik dille yazması belirleyiciydi. Derler ki o zaman okuma yazma oranı çok yüksek olan Floransa’da, eşekçiler bile Dante şiirlerini ezbere bilirmiş. Bu yönüyle, kendisinden iki yüzyıl önce İran’da sahne almış Firdevsi’yle özdeşleştiriyorum onu zihnimde. O da “Şahname” adlı uzun anlatısında, İslam öncesi pagan temalara dönmüş ve halkın anlayacağı gündelik Farsça dilini seçmişti. İran rönesansı (Hayyam, Hafız, Sadi) onun açtığı yoldan gelmişti. “İtalya’da Rönesans Kültürü” kitabında Jacob Burckhardt, kurucu babalar olarak şair filologlardan söz ediyordu; İran’da da iş gören bunlardı.
Artık iyice yaklaştığımız kasabanın arkasında yerle göğü birleştiren kırık bir çizgi belirdi, hemen sonrasında kulaklarımızı dolduran sağır edici gürültüsü duyuldu ve neredeyse bütün bunlarla aynı anda ön camımıza iri damlalar düşmeye başladı. Daldığım Ortaçağ rüyasından uyanmıştım. Eyvah! Bit pazarını kaçıracağız.
Hızla şehre girip arabayı park ederek pazarın kurulduğu tarafa koşturduk. Yağmur hala idare eder kıvamdaydı ama pazar fazlasıyla şık şıkırdım bir şeydi. Yağmur ihtimaline karşı fermuarlı naylon tenteneleri bile vardı. Çünkü tezgah kuranların neredeyse tamamına yakını şehrin antikacılarıydı. Dükkan sahipleri fiyatları biraz düşürerek, sokakta açtıkları tezgahlarda, ellerinde hanidir duran malları eritmeye çalışıyorlardı. Hızlı bir tur attık, gözüme kestirdiğim bir-iki parça da vardı, ama sağanak öyle bir boşandı ki, herkesle birlikte biz de çil yavrusu gibi dağıldık. San Francesco bazilikasının öndeydik, bir çok kişiyle birlikte biz de oraya sığındık.
İçeri girince tam karşıda duran, ahşaptan çarmıha gerilmiş İsa heykeline tosladık. Güzeldi ama bir benzerini daha yeni Rotondo’da görmüştüm. Bazilikanın en dibindeki bölümde yer alan freskler ise eşsiz gözüküyorlardı. Yolda gelirken zihnimde canlandırdığım savaş sahnesinin etkisiyle, alt bölümde duran ve karşılıklı iki duvarda yer alan savaş çizimlerine yoğunlaşmıştı ilgim doğal olarak. Kaldı ki bu renkleri ve çizgileri bir yerden tanıyordum. Aynı zamanda döneminin önde gelen matematikçileri arasında yer alan Pierro della Francesca’nın işleriydi bunlar.
Derhal gidip girişte duran broşürlerden aldım ve bunun en önemli yapıtlarından “The Legend of the Cross” (1452-1466) olduğunu öğrendim. Katolik ve Ortodoks dünyasında çok önemli yeri olan “Kutsal Haç” öyküsü anlatılıyordu fresklerde. Bildik hikayedir, İsa’yla aynı anda, iki hırsız da çarmıha gerilmişti. Daha sonra ilk Hıristiyanlar arasında İsa’nın gerildiği çarmıh “kutsal emanet” olarak kabul edilmeye başlanmıştı, ama ortada üç çarmıh vardı. İsa’nın hangi çarmıha gerildiği nasıl belli olacaktı? Indiana Jones’un cevval arkeologu henüz çok uzak bir gelecekte olduğu için. Hatta onun memleketi bile daha tarih sahnesine çıkmadığından, efsaneler bini bir para olarak çeşitlenmişti. Francesca, Adem peygamber zamanından gelen kutsal ağacın, dönüp dolaşıp İsa’nın çarmıhına dönüşmesini, onun Kudüs’te I. Konstantin’in annesi Azize Kraliçe Helena tarafından bulunup tanınmasını, Pers Kralı II. Hüsrev’in Kudüs’ü ele geçirip Kutsal Haçı çalmasını ve Doğu Roma Kralı Herakleios’un onu geri kazanmasını anlatan versiyonunu resmetmiş. Arada Kral Süleyman ile Saba Kraliçesi de var.
Fresklere bakarken, Francesca’yla ilgili eskiden okuduğum bir şeyi hatırladım. Pierro della tarafından kullanılmış bir mavi renkten söz ediliyordu metinde. Bir daha asla öyle bir mavi karıştırılamadı, deniyordu. İlk sanat tarihçisi Giorgio Vasari de mi (o da Arezzo’luydu) okumuştum acaba? İnsanlık tarihi, bulmanın ve yitirmenin tarihi.
Yağmur hafiflemişti çıkıp arabaya doğru yürümeye başladık. Meydan çoktan boşalmıştı, yolu yarılamıştık ki yeni bir sağanak bastırdı. İçinde üç masa olan minicik bir kahveye sığıştık. Kahve söyledik, bu kadar ıslanmışken konyak söylememek olmazdı. Saat iki gibi ayrıldık Arezzo’dan, tepeden uzaklaştıkça yağmur hafifledi, sonra tamamen durdu ve biz Arezzo’dan 70 kilometre ötedeki Siena’ya doğru yola koyulduk. Bütün doğa yıkanmıştı ve yağmur durduğu anda bulutların arasından sızan ışık huzmeleri, etrafta olağanüstü bir seyirlik yaratıyorlardı. Toprak mükemmel işlenmişti ve yumuşakça bir dalgalanma yaratan her tepenin üzerinde- birer heykel gibi bakımlı bahçeleri ve ağaçlarıyla villalar boy gösteriyor. Birbirini tekrarlıyor gibi geliyordu ilk bakışta, ama hepsinin kendi tarzı vardı ve asla biteviye değillerdi. Huşu içinde ilerledik. Ama o bulut tebelleş olmuştu bir kere. Siena’ya 15 kilometre kala, yağmur olanca hışmıyla yeniden bastırdı.
Siena döne döne çıkılan, dik bir tepeye kurulmuş. Arabayı dışarıda park edip, kale-kentin eski taş kapısından girdik. Bütün binalar aynı taştan yapılmış ve tek renk. Yarım saat kadar yağmurun altında kentin ara sokaklarında dolaşarak meydana vardık. Kentle ilgili epi topu bir kaç izlenim kazınmış hafızama: Bir kapının aralığında durmuş geçişimizi izleyen 90’lık ihtiyar. Gaia Çeşmesi. İç bükey meydan ve o meydanda verilecek bir konser için ses sistemlerini taşıyan iki tır. Bizim gemiyle mi gelmişlerdi acaba?
Zamanında Bruckhardt’ta okuduğum ve buraya gelince hatırladığım Siena’yla ilgili bir hikayeyi de ekleyebilirim bunların yanına. Ortaçağ’da şehri düşmandan kurtarmış bir komutanları varmış. Onu ödüllendirmek istiyor ve bu ödülü saptamak için kendi aralarında uzun toplantılar yapıyorlarmış. Ancak ne ödül düşünseler az gözüküyormuş gözlerine. Şehrin hükümdarlığı bile… Sonunda biri, komutanı öldürmeyi önermiş, böylece onu şehrin azizi yapıp, tapabileceklermiş. Öyle de yapmışlar.
Önümüzde kaldığımız köye dönmek için katetmemiz gereken son 70 kilometre vardı. Böylece bir eşkenar üçgenin içindeki turumuzu tamamlamış olacaktık. Ama benzin almamız gerekiyordu ve böylece anladık ki, İtalya’daki benzinciler otomatik pilota bağlanmış. Kendi işinizi kendiniz görüyordunuz. Epey cebelleştikten sonra, bir şey daha öğrenmiş olduk. Belki de iki şey demeliyim, otomatik pilotlu benzincilerde tuvalet de yoktu.
Impruneta’ya döndüğümüzde hava kararmak üzereydi, meydanda durup biraz turladık ve şahane bir şarküterinden içeri daldık. Tezgahın arkasında orta yaşlarının ortasında -21. yüzyılda bu tanımlamalar geçerliliğini yitirdi çoktan- muazzam bir teyze vardı. Hayatımda yaptığım en eğlenceli alışverişti diyebilirim. Eller ve kollar, gülümsemeler ve kaş göz hareketleri dışında ortak bir dilimiz yoktu. Bir de salataların, peynirlerin, turşuların dili elbette. Şarapların ve ekmeklerin de… Eray ile İsmail’in malikanesine kurduk tezgahı. Arada sigara içmek ve yıldızları izlemek için dışarı çıkıyorduk. Uykuya geçmeyi kolaylaştırması ya da hazmettirmesi için, bir miktar viski de içtiğimizi hatırlıyorum.