7 Mart 2016


Ponte Vecchio’da Benvenito Celli’nin bronz büstü

Arabayı Impruneta meydanına park ettik. Floransa’ya otobüsle gitmeye karar vermiştik çünkü okuduklarımızdan anladığımız kadarıyla şehirde park yeri bulmak neredeyse imkansızdı, bulsak bile bir servet ödemek zorundaydık. Bilet almak için kasabadaki iki tütüncü dükkanından birine girdik. Bu dükkanlarda hemen her şeyi bulmak mümkün. Biz bilet alırken 70 yaşlarında, ufak tefek, spor giyimli bir adam girdi içeri, biraz bozukluk atarak kumar makinesinde şansını denedi. Sonra çıktı gitti. Biraz sonra  otobüs durağına doğru giderken aynı adamı diğer tütün dükkanındaki makinenin başında gördük. Bütün gün iki makine arasında gidip geliyor muydu, yoksa sadece bir sabah sporu olarak mı yapıyordu bu işi? 

Kasabadan kalkan otobüs daracık ve virajlı yoldan, lunaparklardaki rollerball’ları andıran bir süratle yokuş aşağı uçtu. Kara güneş gözlükleri takmış şoför, viraja girmeden önce frene basmak yerine havalı kornaya abanıyordu; böylece karşıdan gelen biri varsa ona “benim durmam imkansız, sen gardını al” mesajı veriyordu. Bir iki yerde yavaşlar gibi oldu da çevreyi göz ucuyla görebildik. Yola çıktığımızdan beri duymadığımız kadar çok korna sesi duyduk o yarım saatte. Floransa’nın girişinde, şehrin tarihi kapısının önüde canımızı otobüsten dışarı attığımızda, içimiz dışımıza çıkmıştı resmen. Ama heyecandan bunu çok önemsemiyorduk. Dünyanın ilk modern kenti olarak nitelenen Floransa’yı görmeye gidiyorduk ne de olsa. 

Yaklaşık bir kilometre boyunca, iki yanı iki-üç katlı evlerden ve dükkanlardan oluşan ve uzun bir tüneli andıran cadde boyunca ilerledik. Ne sağa ne sola sapan bir sokak yoktu. Sonunda bir meydana vardık. Pırıltılı havada sanatçıların sokağa kurdukları tezgahlarla kaplıydı ortalık. Çoğu ressam tezgahlarıydı ve içlerinde gerçekten sıra dışı olanları vardı. Ama hemen alışverişe başlamak doğru gelmedi. Şehrin ünlü Boboli Bahçeleri’nin de girişi buradaydı ve hem bahçeyi gezmek hem de şehri tepeden panoramik olarak görmek için ideal nokta olduğu söyleniyordu. Yazık ki müzeler gibi bahçe de pazartesi günleri kapalıydı. 15. yüzyılda Floransalı bir bankerin, Mediciler’in kentteki tartışmasız hükümranlığına karşı bir tür “ben de varım!” diyerek inşa ettirdiği ama sonuçta yine Mediciler’e satmak zorunda kaldığı Pitti Sarayına bağlıydı bahçe. 

Duomo kapı detay

Mediciler de bankacıydı. Hatta modern bankacılığın temelini onların attığı söylenir. Papalıkla da çok iyi ilişkileri vardı. Böylece 14. yüzyılın ikinci yarısında halk isyanlarıyla çalkalanan şehri kontrollerine almışlar ve 17. yüzyıla kadar kesintisiz bir iktidar oluşturmuşlardı. Sanatsever insanlardı ve sanatçılar da sinekler gibi paranın olduğu yere üşüşüyorlardı. Rönesansı hazırlayan ve devam ettiren kim varsa yolu Floransa’dan geçmiştir dersek abartı olmaz. Ama sadece sanatçılar değil, dünyanın her yerinden ve her milletten insan vardı Medici sarayında. Bir yazar o dönemi şöyle anlatır:

”Nemours Dükü Giuliano’nun gayrı meşru bir çocuğu olarak tanınmış Kardinal İppolito Medici, acayip sarayında, Avrupalı olmayan bir sürü insan besliyordu. Bunlar yirmiden fazla dil konuşurlardı ve her biri kendi cins ve ırkında sivrilmiş kişilerdi. Aralarında Kuzey Afrikalı, Berberi kanından mükemmel hafif piyade askerleri, Tatar okçuları, esmer derili güreşçiler, Hint dalgıçları ve Türkler görülmekteydi. Türklerin başlıca işi, ava çıktığı zaman kardinale arkadaşlık etmekti.”

Daha ilk adımda planımız bozulmuştu ama ne gam, şehrin kendisi zaten bir açık hava müzesi değil miydi? Toskana’nın can damarı Arno nehrinin üzerindeki Ponte Vecchio’da Benvenito Celli’nin bronz büstü karşıladı bizi. Köprünün üzerindeki dükkanların neredeyse tamamı kuyumculardı ve bu Vecchio’yu dünyanın aşılması en zor köprülerinden birine dönüştürüyordu. 

Bu ilk engeli makul denebilecek bir sürede atlattıktan sonra, Vasari koridorundan geçerek meydana vardık. Çok fazla Afrikalı satıcı ve her milletten dilenci vardı. Dilenciler eskiden Doğu’yla özdeşleştirilen bir şeydi. Şimdi Batılı kentlerin aşina simalarına dönüşmüşlerdi. Bu da yoksulluğun bütün dünyada bir heyula gibi dolaşmakta olduğunun açık göstergesiydi.  

Loggia dei Lanzi

Heykellerin çokluğu çarpıyor tabii önce. Milattan sonra Hıristiyan kentler kurulmaya başladığında, önceleri sadece azizlerin mezarları ve kemikleri varmış övünç nesneleri olarak. Ama o kadar çok sayıda şehre aziz kemiği yetiştirmek bir hayli müşkül oluyormuş. Bu yüzden bir azizin mezarı aynı anda bir çok şehirde birden belirmeye başlamış. Bir aşamada, sanırım tarih yazıcılığı ile paralel olarak, kentlerde yaşayan önemli kişilerin adları da azizlerinkinin yanına eklenmeye başlamış. Giderek onların mezarları ve heykelleri kentin tarihsel dokusunun bir parçası olmuşlar. Floransa bunun baş döndürücü zirvesi. Hangi meydanı, hangi kiliseyi, hangi heykeli anlatayım. Beyhude çaba! Sadece şunu söylemek istiyorum. Bütün gün, ağzımız bir karış açık, ayaklarımıza kara sular inene kadar dolaştık.

Bir biz değildik elbette. Gözümüzü çevirdiğiniz her yerde dünyanın dört bir yanından gelmiş turist grupları ellerinde ait oldukları grubun (birliğin) ufak bayraklarıyla rehberlerinin (komutanların) ardında düzenli bir biçimde sıralanıp, şehrin çeşitli meydanlarına mevzilenmişlerdi. Asterix’deki Lejyonerleri andırıyorlardı. Yalnız bunların çoğu Uzak Doğu’dan gelme, paralı askerlerdi ve çaktırmadan kenti işgal altında tutuyorlardı.

Söylenceye göre kentin evvel eski tarihinde Fiesole’de oturan Etrüskler varmış. Bunlar Romalıların saldırısına uğrarmışlar ve kentleri yerle bir olmuş. Daha sonra Etrüskler ve Romalılar birlikte Floransa’yı inşa etmişler. Floransa’nın tarih boyunca kendi içinde çatışmalı bir kent olduğunu söylüyorlar ve bunu başlangıçta, kentin kuruluşundaki bu ikiliğe dayandırıyorlar. Anladığım kadarıyla günümüzde bir çekişme turistler üzerinden devam ediyor. Kentlilerin bir kısmı turistler gelsin istiyor. Başka türlü o paracıklara sahip olamayacaklar. Onları iliklerini, kemiklerine kadar sömürmek istiyorlar. Diğer kısım ise kendi kentlerine yabancılaşmış olmaktan muzdaripler. Yıllık turist kotası öneriyorlar. Sonuç ne mi olur? Kestirmek kolay değil. Walter Benjamin yedi ölümcül günahın yedi İtalyan şehriyle özdeşleştirildiğinden söz ediyordu bir yazısında ve ekliyordu Floransa’nın payına düşen açgözlülüktür. 

Pahalı bir kent doğal olarak. İsmail kredi kartı kullanmıyor. Cebinde 500 avro bütün para vardı. Onu bozdurmak istedi, ama ne lokantalarda ne kafelerde ne de mağazalarda aldılar parayı. Bir ara işi gücü bıraktık 500 avroyu bozdurma telaşına düştük. Bankalar bozmuyor. Merkez bankası kapalı. Döviz büroları bozarız ama on avroluk alışveriş yaparsan diyorlar. Sattıkları da turistik kartlar ve haritalar. Ortak parayla kapitalizmin geldiği son nokta, kendi parasını tanımamak. Nakit paraya karşı büyük bir korku var. 

Duomo yer döşemeleri

Kuşkusuz çok güzel bir kent. Ama dertli bir güzellik. Çok güzel ama soğuk ve netameli insanlar vardır. Biraz onları andırıyor. Tarihin bir noktasında en yüksek seviyesine erişmiş ve Araf’ta kalmış bir şehirden söz ediyoruz. Donmuş bir şehirden. Belli bir alana ve belli bir zamana sıkışıp kalmış, belli ki artık bu kalıba sığmakta zorlanıyor.

Akşam otobüsle kenti terk ederken, içime dolan bir ferahlama hissiyle birlikte onu düşündüm; acaba fazladan iki haftam olsaydı, bunu Floransa’da geçirmek ister miydim? Sanmıyorum. Dünyanın en acayip şehirlerden biri, hiç kuşkusuz öyle. Yine de sanki çok eski bir güzelliğin uzak, soluk bir yansıması gibi. 

Ama yarın Ufizzi’yi gezmek için yine gideceğiz. Eray müzeyi daha önce görmüş. İsmail ise şimdiden ıskartaya çıkmış durumda. İkisi de Villa Salatini’den kımıldamamak konusunda yeminliler. 

Yanıtla