Miskolc, Bratislava, Viyana

Varlıkla yokluk arasındaki mesafenin kıldan ince ve kılıçtan keskin olduğunu idrak etme zamanlarından geçiyoruz. Ama insanlık böyle zamanlardan çok geçti. Ona koymadığını biliyoruz. Kıstırıldığımız köşede, kafeslerde gördüğümüz hayvanları anımsayarak zamanın geçmesini bekliyor ve yeni yolculukların rüyasını kuruyoruz. Ben, geçmişte yaptığımız kimi seyahatlerin ayak izlerini takip ederek teselli arıyorum zaman zaman. İki yıl önce bugün Miskolc’dan çıkarak yaptığımız beş günlük Bratislava ve Viyana seyahati bunlardan biriydi. 

29 Kasım 2018

Gece hava eksi beşe kadar düşmüş. Kahvaltı ederken arabayı çalışır vaziyette bıraktım ki biraz ısınabilsin. Camları eski bir kredi kartıyla kazıdım. 8.30 gibi Miskolc’dan yola çıktık. Sağ dikiz aynası buzdan kilitli kalmış. 

Sabahın bu saati ovanın üstü pusluydu. Kentten çıkınca otoyola kadar iki yanı ağaçlıklı bağlantı yolu boyunca ilerlerken donmuş bir zamanın içinden geçtiği duygusuna kapılıyordu insan. Ne rüzgar, ne kuş sesi. Sadece ara sıra biraz ilerimizde görüş alanımıza giren ve sonra hızla gerimizde kalan kamyonlar, arabalar ve iki yanda mağrur terkedilmişler gibi dikilen ağaçlar. 

30 kilometre sonra otoyola çıktığımızda trafik arttı ama pus hala sürüyordu, on kilometre daha gittikten sonra sabah kahvemizi içmek için ilk gördüğümüz benzinciden içeri daldık. 

Otoyol benzincileri bir başka dünya. Geleceği önceleyen bilim-kurgu filmlerinde gerçekleşmediğini düşündüğümüz her şey, aslında otoyolun kenarında kurulmuş. Arabadan inip açılır kapanır kapıdan içeri girdiğinizde, birden soğuktan uzak pırıltılı bir dünyanın içinde buluyorsunuz kendinizi. İçerisi bir tür mini market ama aynı zamanda sosis, börek, sandviç, pasta ve kurabiye atıştırabileceğiniz ufak bir pastane, donanımlı bir gazete bayii ve otoyola ya da ovaya karşı içerde ya da mevsim uygunsa dışarıdaki masalarda oturup en az 6-7 çeşit kahve içebileceğiniz bir kahvehane. Tuvaletler hep temiz ama paralı. Neyse ki, buraya attığınız para karşılığında kupon alıyorsunuz ve bunu o benzincide ya da aynı işletmenin bir başka benzincisinde alışveriş yaparken, indirim kuponu olarak kullanabiliyorsunuz. Böylece yol boyu o benziciyi arayıp duruyorsunuz. Paranla rezil olmak dedikleri bu olsa gerek. Orada otururken, ancak kasada duran ya da tezgah arkasında koşturan insanların uykulu yüzlerini görürseniz, gerçeklikle küçük bir bağ kurabilirsiniz. 

Sonraki 140 kilometre, bildiğimiz sıkıcı otoyoldu ve Budapeşte’ye yaklaştığımızda pus hala dağılmamıştı. Hollanda menşeli GSM cihazı Tomtom’u yola çıktığımızda tükürükleyip ön cama yapıştırmıştım; çünkü sadece bir yol gösterici değil aynı zamanda yola kurulmuş sabit radarları önceden bildiren bu Sybil’dı o: “Ölmek istiyorum!” dedi. 

Elbette izin vermedik!

Ama Budapeşte’ye yaklaşırken, ne olur ne olmaz diye, co-pilot koltuğunda oturan çağdaş Sibel, telefonundan google haritaları da çalıştırdı. Haksız sayılmazdı. Çünkü şehre yaklaşırken giderek genişleyen, tıpkı bir labirentteki gibi insanı yutmaya niyetli bir otoyol bu. Kavşaklarla dolu ve sapağı kaçırdığınızda, Belgrad’a ya da Viyana’ya gittiğiniz fark etmez, geri dönmek için fazladan bir otuz kilometreyi göze almanız gerekiyor. Kim kurmuş bu kapanı, hala öğrenemedim. 

Birden fazla seçenek olduğunda, tartışma kaçınılmazdır. Biz de kaçmadık. Herkes kendi mevzisini savundu doğal olarak. Arabayı ben kullandığım için Tomtom kaptanın güzergahına sürdüm, son aşamada. Böylece şehrin içine sürüklendik. O kilometrelerce ip gibi uzayan Rakoczi caddesindeki sabah trafiğinin içine düştük.  Durmalar, kalkmalar, otobüs yolları… Hiç bozuntuya vermiyor ve otoyolun onca ıssızlığından sonra, şehir içi trafiğinde sürünmenin güzellikleri üzerine çalçene konuşuyordum. Tek taraflı bir konuşmaydı bu. Nihayet köprüden geçip Buda tarafına tırmandık, yükseldikçe güneş de kıpırdadı sanki. Yanıltıcı olmayan bir izlenimmiş. Györ’e yaklaşırken ortalık bahara kesmiş gibiydi. Sib’in daha önce google haritalarda gördüğü tali yola sapma teklifini ikiletmeden kabul ettim. Böylece dışarıdaki parlak güneşin bir kısmı içeriye de sızdı. 

Issız köy yollarında ilerlemeye başladık. Macar köyü, ilk görüşte hep şaşırtır insanı. Bir veya iki katlı bahçeli evler, düzgün yollar, şahane damlar, çoğunlukla köyün birahanesi de olan bir market. Ama ortada kimsecikler yoktur. Bir köyü geçince beş-altı kilometre sonra bir diğeri belirir ve orada da manzara aynıdır. Bu civarda dolaşıyorsanız zaten bir noktada Tuna’ya toslarsınız. Bizim için de farklı olmadı. Daha önce de yolumuz kesişmişti kendisiyle ama hiç Vének’teki kadar sıra dışı olmamıştı. Burası bir aktarım istasyonuydu. Binlerce tonluk gemileri önce bir havuza alıyor, sonra o havuzun içine hapsettikleri nehir suyunu yükseltip-alçaltarak bir taraftan diğerine aktarıyorlardı. Tam da bu nokta -hep su yollarını seçmezler mi zaten- Slovakya ile Macaristan’ın sınırını oluşturuyordu. Şimdi Slovakya’da ilerliyorduk, ama eskiden Macaristan’ınmış buralar. Bütün bu garabetin bir tecellisi gibi bir süre sonra nehir iki yanımızda birden belirdi. İyi saatte olsunlar! Neredeyse bir on beş kilometre kadar böyle Araf’ta gittik. Sonra yol sola saptı ve Bratislava şu kadar kilometre levhası belirdi. Saatler 13.30’u gösterirken şehre girmiş ve garın önündeki otoparka sığınmıştık. 

Bratislava Garı

Açılımını hep merak ettiğim ama hiç araştırmadığım airbnb’den kiraladığımız daire, tren istasyonuna beş dakika uzaklıktaydı. Üç katlı bir apartmanın birinci katında iki oda, mutfak ve banyo. Cadde üstü ama çift pencere olduğu için gürültü pek hissedilmiyor. Genç ve komik bir Slovak çift, anahtarları teslim ederken, epey bir izahatta bulundular. Bu işe yeni başlamışlar. İlk airbnb daireleri. Ama ileride portföyleri genişleyecek belli ki. Belki birkaç yıl sonra bir emlakçı, neden olmasın? Dünyanın devinimi, topaklanmasın diye habire karıştırılan bir çorba kıvamına dönüştüğünden beri, birçok kişi geçimini bu tür avantür işlerden sağlıyor. Temizlikte zorlanıyorlar genellikle, onun için ayrıca organizasyonlar yapılıyor, şirketler kuruluyor. Tıpkı otellerde olduğu gibi, çoğunluk bu evlerde de bir standart oluşmuş durumda. Biz aramızda buna İkea kardeşliği diyoruz. Ama Bratislava’daki “evimiz”de fazlası da vardı: portmantoda şemsiye ve tüy temizleme rulosu, dolapta maden suyu ve birkaç çeşit peynir… 

Ev bulmak kolay ama aynı şeyi otopark için söylemek imkansız. Her gün 35 Euro park parası vermek sizin için sorun değilse o başka tabii . Daireye yerleşene kadar garın yanındaki açık otoparka bırakmıştık arabayı. O yüzden ilk işimiz onu oradan alıp, ara sokaktaki günlüğü 10 euro olan otoparka taşımak oldu. Hazır gara kadar gitmişken, ertesi gün seyahat edeceğimiz Viyana biletlerimizi de alalım dedik. Ufak garın içinde Bratislava’nın resmi sloganı karşıladı bizi: Little Big City! Şehri yönetenler de turizme soyunmuşlar belli ki. Yeni bir ülkenin başkenti olarak pastadan pay kapmaya çalışıyorlar. Yazık ki Viyana ve Prag gibi iki devin arasına sıkışmış durumdalar. Yine de küçük adam tırmalıyor durumundan vazgeçecek gibi görünmüyorlar. Nitekim sadece girişe slogan yazmakla kalmamışlar, bilet satılan gişelerden birine İngilizce konuşulur tabelası iliştirmişler. Miskolc’da olmayan bir şey. Gişedeki hanım gidiş dönüş bilet almamızı tavsiye etti. Böylesi çok daha ucuz oluyormuş, üstelik dönüş biletinin ucu 16 gün boyunca açıkmış ve yarın istediğimiz saatteki Viyana trenine binebilecekmişiz. Onu kırmak aklımızdan bile geçmedi!

Arabadan kurtulmanın rahatlığıyla bir süre bacaklarımızı uzatıp oturduk, sağı solu kurcalayıp eşyalarımızı yerleştirdik. Beylik hareketler. Sonra hava kararmadan -saat çoktan üçü bulmuştu bile- bir şeyler görelim bari, diye şehri dolaşmaya çıktık. Apartmandan çıkınca sola kıvrılıp merkeze doğru yola koyulduk. Rüzgar tam karşıdan esiyor ve insanın açıkta kalan her zerresini, dilim dilim kesiyordu. Eski kentin içine girince biraz hafifledi gerçi ama bu kez de hareketsiz kaldığımız için donma tehlikesi baş gösterdi. Merkezde kurulan iki ayrı Noel pazarına baktık. İlki, ufak ve içerlek meydandaki daha çok eğlence ve hediyelik eşyalar üzerine yoğunlaşmıştı. Daha aşağıda geniş bir caddenin ortasındaki parka kurulmuş olan ise yeme-içme odaklıydı. İki pazarı birbirine bağlayan bir geçiş noktası olan dar sokakta müthiş bir kalabalık toplanmış bir şey seyrediyorlardı. Biz de durduk, zaten geçip gitmenin imkanı da yoktu. Meğer yakın zaman önce yanmış bir binanın karanlık yüzünü seyrederlermiş. Hayali bir ateşle ısınıyorlardı sanki. Yangın seyretme zevkini bilirdim, çoktan yanmış binaların da çokça taliplisi olduğunu Bratislava’da öğrendim. 

Flagship

Bir saat kadar sonra hava kararmaya ve her yanımız uyuşmaya başladığında, ahşap bir kalyonun kıç altı kamarasını andıran bir bistroya sığındık. Sıcak şarap içerek ısındık biraz, ama içerisi öyle yoğun yemek kokuyordu ki, bir süre sonra kapıyı bacayı açıp havalandırma işine giriştiler. Dışarısı ile içerisinin bir farkı kalmayınca hesabı ödeyip karanlık sokağa döndük. Zamanı sınırlı her fani gibi canımızı dişimize takarak ara sokaklarda dolanmayı sürdürdük. İnternet üzerinden adresini aldığımız bir galeriyi aradık aynı sokaklardan birkaç kez geçerek, yoktu. Sonraki günlerde internetin aynı zamanda bir adres mezarlığı olduğunu öğrenecektik ve bunun için kesinlikle Bratislava’ya gelmemiz gerektiğini anlayacaktık. Daha fazla oyalanamazdık artık, erken bir akşam yemeği için, bütün turistik mecralarda sitayişle bahsedilen ve ev sahibemizin de hararetle tavsiye ettiği Flagship’in kapısından içeri girdik. Bu o kadar kolay olmadı gerçi. Daha doğrusu kolay oldu ama tek hamlede olmadı. Önce cadde üzerindeki büyük bir apartman kapısından girip devasa bir hol boyunca ilerledik, sonra ikinci bir kapıdan geniş bir antreye geçtik, orada iki yandan birden yükselen mermer saray merdivenlerinden, daha tırmanmaya başlamadan duyulan şen insan seslerine doğru yükseldik ve açık renk ahşap malzemeyle döşenmiş, dikdörtgen bir salondan içeri adım attık. Saat erken olmasına karşın içerisi şimdiden yükünü tutmuştu. Hatta bu devasa salondan yine görkemli merdivenlerle yukarı çıkılan ve salonu kuşatan çepeçevre bir asma kat ve orada oturmuş yiyip içen insanlar bile vardı. Bize alt katta bir yer gösterdiler. “Masa da masaymış ha!” denilecek, orta boy bir arsa büyüklüğündeki alana yayılıp siparişlerimizi verdik.  

Şarap fazla kekremsiydi. Patates hamuruyla yapılmış mantı ve fırında pişmiş bol kemikli domuz eti olağanüstüydü. Muhtemelen bugüne dek yediğim domuzların en iyisi. Hepsinin üzerine içtiğimiz fıçı biralar için ne söylense azdır. Şarapla başladığımıza bin pişman olduk. 

Bu sıcak yeme içme mabetinden çıkınca yokuş yukarı vurduk ve 20 dakikalık sıkı yürüyüşten sonra, donmaya ramak kala, başlangıç noktamıza varmayı başardık. Şanslıydık, çünkü binanın giriş kapısının hemen yanında gece 23.00’e kadar açık, daha çok gençlere hizmet eden bir bakkal dükkanı vardı. Tatlı tuzlu çörekler, paketlenmiş salatalar, sandviçler, içkiler, meyveler, çerezler… Buzul çağından kalmış gibi görünen bir Bratislava gecesinde, insan daha ne isterki. 

Yanıtla