Miskolc, Bratislava, Viyana

3. Aralık. 2018

Sabah erken kalktım. Gerçi gelmeden de dersimi çalışmıştım ama gördükten sonra kent üzerine biraz daha okudum. Tarihi M.Ö. beş bine kadar uzanıyormuş. Şimdiki sahibi olan Slavlar 5. yüzyıldan sonra gelmeye başlamışlar. 1536-1783 yılları arasında Macar Krallığı’nın merkezi olmuş.  Habsburg İmratorluğu’nun başkenti olduğu bir dönem de var. Krallar ve kraliçeler St. Martin’s Katedrali’nde taç giyerlermiş. Daima karışık nüfusu olmuş, kozmopolit bir kentten söz ediyoruz. Birinci Dünya Savaşı öncesi nüfusun yüzde 42’si Almanmış, yüzde 41’i ise Macar. Slovaklar bayağı azınlıktaymış (Yüzde 15). Kayda değer bir Yahudi nüfus da varmış Bratislava’da. 

10.30’da evi boşaltacaktık. Kahvaltıdan sonra dokuzu biraz geçe bir şövale almak ümidiyle kendimizi sokağa attık. Şehir aynı zamanda ahşap işçiliğiyle ünlü. Sibel’in internetten bulduğu bize yakın olan adreste kimsecikler yoktu. Hatta bir resim mağazasını belirten herhangi bir ize de rastlamadık. Mecburen daha aşağı, eski kente doğru yuvarlandık; otoyolun altındaki geçitten geçtik bir kez daha ve dün gördüğümüz Da Vinci’nin kapısına dayandık. Açılmasına daha yarım saat vardı. Bitişikteki, beş-altı kişinin ancak sığabileceği ufak kahvede, camın önündeki taburelere tünedik. Dükkanın içi hamam gibiydi, kahveler olurken biz de soyunmaya başladık; biz soyundukça dükkan küçülüyordu. Neyse ki bizden başka oturan yoktu. Müşteriler sabah kahvelerini alıp ofislerine geçiyor ya da yola devam ediyorlardı. Kahvemizi içtikten sonra giyinmek de bir hayli zaman aldı.
St. Martin’s Katedrali’nin çan kulesi saat başını çaldığında, yani 10.00’da, Da Vinci’nin kapısı önündeki yerimizi almıştık. Birazdan iri yarı, beyaz sakallı bir adam geldi, dükkanın kapısını açtı ve yüzündeki şaşkın ifadeyle bizi içeri buyur etti. 

Adam tek kelime İngilizce bilmiyordu. Bir süre el yordamıyla anlaşmayı denedikten sonra, sabah okuduğum kentin Alman tarihi geldi aklıma. Çat-pat Almancası varmış. Böylece yarı el kol hareketleri, yarı Almanca şövale almak istediğimizi anlatabildik. Elinde hazır bir tane vardı, ama anladığımız kadarıyla, eğer vaktimiz varsa 8-10 gün içinde istediğimiz ağaçtan, istediğimiz boyda ve seçeceğimiz modelde yaptırabilirdi. Anlaşma konusunda kısa sürede çok yol kat ettiğimizi siz de fark etmişsinizdir. Ama bu genelikle bir tempo tutturmakla ilgilidir. Ona vaktimiz olmadığını anlatmaya çalıştığımız zaman, tekrar kekeme moduna geçti. Elindeki şövale düşündüğümüzden biraz pahalıydı ama kayın ağacından yapılmıştı, inip kalkan mekanizması da nefisti. İnsan Bratislava’ya her gün gelmiyor sonuçta!

Dükkan sahibi kocaman bir rulo streçfilm çıkardı. Mevlevi dervişleri gibi kah o dönerek kah biz dönerek şövaleyi mumya gibi sarıp sarmaladık. Bu arada adam iyice açılmıştı, böyle kötü bir havada, hem de pazartesi sabahı dükkana müşteri geleceğine rüyasında görse inanamayacağını anlatıyordu. O sırada çat kapı içeri bir başka müşteri girdi. Biz gülmeye başladık, yeni gelen adam şaşkın bizi seyrediyor, ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu ki, biz geç kalmaya başladığımız için mumya-şövaleyi kapıp atar topar çıktık. Ama elimizdeki kazuletle eve kadar gitmeye imkan yoktu. Otobüs duraklarına baktık. Biri hemen yanıbaşımızdaydı ve otobüslerin neredeyse hepsi kaldığımız evin önünden geçiyordu. 10 dakika sonra şövaleyi arabaya yüklemiştik ve boyu sanki siparişle yaptırmışız gibi tam oturmuştu. Evden eşyalarımızı aldık, anahtarı posta kutusuna attık, marşı çalıştırdığımızda saat 10.40’ı gösteriyordu. 

Sabah kalktığımda bir alternatif yol üzerinde de çalışmıştım. Aynı yoldan, hem de otoyoldan dönmek fikri pek cazip gelmiyordu. Daha kuzeyden Tırnava üzerinden geçen Galanta, Nitra, Zvole ve Sobota üzerinden ilerleyen dağlık bir yol vardı. Oradan gidip Miskolc’a kuzeyden inmeyi planlıyordum. Ancak yola çıktığımızda GSM cihazlarımızın ikisi de o yolu ısrarla açmadı. Büyük ihtimalle kış şartlarında bazı sorunlar yaşanıyordu. Zaten daha biz şehirden çıkarken yağmur çiselemeye başlamıştı ve yağışlı havada tali yollar başımızı ağrıtabilirdi. Budapeşte otobanına vurduk. Puslu bir hava, bol kamyonlu bir yol ve şiddetini giderek artıran, zaman zaman bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur. Durmanın imkanı yoktu. Silecekleri kökleyip, dörtlüleri yakarak ve ön cama yapışarak ağır ağır ilerledik. TIR’lar fütursuzca solluyordu bizi ve araba baştan aşağı çamurla yıkanıyor, içeride kısa süreli güneş tutulması efekti yaşanıyordu. Ölümün her an bir yerden kendini gösterdiği o sefil korku filmlerinden birinin içine düşmüş gibiydik. 

Neyseki on kilometre kadar sonra, yağmurun şiddeti azaldı, pus dağıldı, kamyonların görüntüsü netleşmeye başladı. O kısa mesafede öyle çok yorulmuştuk ki, ilk gördümüz benzinciden içeri dalıp kendimize kocaman kahveler aldık. Cama karşı oturmuş havanın durumunu izliyorduk. Hiç arabaya dönesimiz yoktu. Ben benzin alıp, geri döndüm. Kasada parayı ödediğimde elime bir sürü kupon verdiler. Meğer bunları, özel olarak hazırlanmış bir broşüre yapıştırarak sayfayı doldurduğunuzda, indirimli tencere, tava alabiliyormuşsunuz. Sibel gidip bir broşür aldı, o sırada kasadaki kız ona boşta duran başka kuponlar da vermiş. Benzincide oturmuş TIR’ların geçişini izlerken, elimizdeki kuponları broşürdeki işaretli yerlere yapıştırdık. İki sayfa doldurduk ve önemli bir Alman markasının bir tenceresini ve kocaman tavasını ehven fiyata satın aldık. Bir kere daha söylemek istiyorum. Bütün bunlar bir benzicide oluyordu. 

Aldıklarımızla birlikte yeniden arabaya kurulduğumuzda yağmur ahmak ıslatan kıvamına gelmişti. Neredeyse bir yıl sonra Türkiye’de “Karanlık Sular” (Dark Waters – 2019) filmini izlerken, ahmak ıslatanın altındaki o mutlu suratlarımız geldi aklıma. Film teflon tencere ve tavalar konusunda bir dünya devi olan Du Pont’un, teflonun kansere yol açan özelliğini saklamasını ve bir avukatın, dev şirkete ve yasaların eğilip bükülmesine sessiz kalan iktidara karşı, neredeyse on yıla yayılan ve sonuçsuz kalan gerçek hikayesini anlatıyordu. 

Ayvalık’taki teflonların çoğundan kurtulduk. Miskolc’daki benzinciden alınmış gıcır gıcır teflonlarımızdan kurtulmak için ise pandeminin sona ermesini bekliyoruz. Dedem sağ olsaydı eminim şöyle derdi: Kavanoz dipli dünya!

Yanıtla